Eleni’nin Hikayesi: Yakın Tarihten Tiyatro Seyircisine Mektuplar

Ne var ki iki kardeş yıllarca annelerini nasıl tanıyamadılarsa, gömülmek istediği kasabayı da tanıyamazlar ve “ıssız ada”da birbirleriyle ve annelerinin geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalırlar. Feride, adada karşılaştıkları “deli” Diyojen’den annesinin mektuplarını miras alır ve bu kez anne – kız baş başa kalırlar. Oyunun yazarı Sevilay Saral’ın oyun sonrasında yapılan söyleşide de söylediği gibi bu bir kadın oyunu. Çünkü oyuncular ve seyirciler arasında erkekler olsa da oyun, geçmişini hep saklamış olan Rum bir kadın olan Edibe/Eleni’yi ve onun her şeyden habersiz kızı Feride’nin bu gerçekle nasıl başa çıktığını konu alıyor. BÜKAK olarak Sevilay Saral’ın yazdığı ve eski kulüp üyemiz Duygu Dalyanoğlu’nun oynadığı bir kadın oyununu kampüste, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü şenliğimiz kapsamında ağırlamak bizim için çok anlamlıydı. Oyunu izlemeden önce ve izledikten sonra okuduğumuz çeşitli eleştiri yazıları, bizde de Eleni’den Mektuplar adlı oyun hakkında kendi sözümüzü söyleme isteği uyandırdı. Bu yazıda oyunun üstlendiği tarihsel sorumluluğa, öykü akışına, oyunculuklara, teknik altyapıya ve oyunun ortaya çıkma sürecine dair yorum ve eleştirilerimizi paylaşmaya çalışacağız.

Oyun ilerledikçe Edibe Hanım’ın, annesi Fedra ve babası Andon ölünce İzmir’de meyhane işleten dedesiyle baş başa kaldığını ve 1955 Eylül’ünde, dedesinin on beş yaşındaki Eleni’yi “babalık” olarak tanıttığı yaşlı bir adama emanet edip bir Ege kasabasına yolladığını öğreniyoruz. On beş yaşında kasabaya vardığında analığı tarafından adı Edibe olarak değiştirilen Eleni yirmi dördüne kadar bu kasabada yaşar. Edibe ve kasabada geçirdiği yıllarda doktor olan Diyojen birbirlerini sevmişlerdir. Ancak yirmi dört yaşında gebe kalan Edibe müstakbel kocası Mehmet Akif Bey ile kasabadan ayrılmak zorunda kalır, “Sormasın kimse diye, sormasınlar kimden bu çocuk diye.” İstanbul’a yerleşen Edibe, yazarın tercihi doğrultusunda nasılını bilmediğimiz ve hatta Feride’den başka kimse tarafından adı konmayan bir tecavüz olayı sonucu dünyaya getirdiği Adnan, kocası Mehmet Akif Bey ve ondan olan kızı Feride ile geçmişsiz bir yaşam kurar. Eleni’nin İstanbul’a taşındıktan sonra geçmişle kurduğu tek bağ dostu olan Diyojen’le mektuplaşmalarıdır. Ona kocasının Adnan’ı yatılı okula yollamasının onun hakiki babası olmamasıyla alakalı olduğunu düşündüğünü bile yazar. Zamanla Edibe’nin ne çok üstüne düştüğü oğlu Adnan’la ne de sürekli annesinin dikkatini çekmeye çalışan Feride’yle arasında kuvvetli bir bağ kalır. Sakladıkları, çocuklarıyla arasındaki mesafeyi giderek açmıştır. Diyojen, Feride ve Adnan adaya düştüğünde Eleni’den gelen mektupları çocuklara getirerek onları annelerinin geçmişiyle yüzleştirir. Annelerinin aslında kim olduğunu ve neler yaşadığını öğrenen Feride bütün öğrendiklerini kendisine saklayarak ağa-
beyinden gizler. Adnan ise tüm konuşulanları duymuştur fakat bunlara inanmak istemez ya da duyduğunu Feride’ye belli etmez. İki kardeş birbirlerinden habersiz, bu sırra ortak olurken Diyojen’in aslında adada değil, kasabada olduklarını ağzından kaçırmasıyla annelerinin cenazesine yetişmek için yola koyulurlar.

Hikâyeyi bu kadar ayrıntılı bir şekilde anlatmamızın sebebi okuduğumuz bir eleştiri yazısında ve oyunu izlemiş kişilerle ettiğimiz sohbetlerde Eleni’nin hikâyesinin zor takip edildiğini ve bazen de yanlış anlaşıldığını görmemiz. Örneğin, Erol Uzsoy eleştirisinde “6-7 Eylül olayları sırasında evlerini basan kalabalıktan yatağın altına saklanarak kurtulan Eleni’nin o gün bir tecavüz sonucunda mı, yoksa yasak bir aşk sonucu mu hamile kaldığını” tam olarak anlayamadığını ama Eleni’nin dedesi tarafından kendisinden yaşça büyük bir Müslüman Türk’le evlendirildiğini söylüyor.[1] Oysa Eleni 1955 Eylül’ünde İzmir’in merkezindeki konaklarında değil, Uzsoy’un Eleni’nin evlendirildiğini sandığı Müslüman babalığıyla yerleştiği Ege kasabasında bulunuyor ve kasabaya yerleşmesinden dokuz yıl sonra, yani yirmi dört yaşındayken bilmediğimiz bir kişinin tecavüzüne uğruyor ve kasabadan müstakbel kocasıyla ayrılıyor. Bu hikayede tarihsel hatalar olduğunu söyleyen Uzsoy, Eleni’nin doğumuna denk gelen 1940 yılı civarında İzmir’de veya herhangi bir Ege kasabasında yerleşik bir Rum ailesi olamayacağını ve yazarın hikâyeyi “Rakı-Balık-Ayvalık” atmosferiyle egzotik-
leştirmek istediğini ifade ediyor. Samim Akgönül’ün, İletişim Ya-
yınları’ndan çıkan Türkiye Rumları adlı kitabında ise 1950 yılında Türkiye’de anadilinin Rumca olduğunu beyan eden yaklaşık 90.000 Türk vatandaşının 3.743’ünün İzmir’de yaşadığı belirtiliyor.[2] Dolayısıyla Eleni’nin doğduğu 1940’lı yıllarda İzmir’de az da olsa, resmi kayıtlara dahi anadillerinin Rumca olduğu kaydedilmiş önemli bir azınlık yaşamaktadır. Zira bu Rum nüfusunun 40’larda İzmir’de olmayıp 1955’ten hemen önce İzmir’e yerleştiğini düşünmek absürd olur.

Hikayenin akışındaki, seyircide istenen etkiyi yaratmasına engel olduğunu düşündüğümüz bazı sorunlardan bahsetmeden önce oyunun Türkiye’nin yakın tarihine dair önemli bir gerçeği iddialı cümleler kurmadan sahneye taşımasını ve bunu bir kadının yaşam öyküsü ve kızının bununla yüzleşmesi üzerinden anlatmasını çok değerli bulduğumuzu belirtmek isteriz.

Mehmet Zeki Giritli’nin eleştirisinde dile getirdiği gibi oyunun hikayesinin “ıssız adaya düşme” klişesine dayanmasının[3] bir dezavantaj olduğunu düşünmüyoruz. Daha doğrusu Eleni’den Mektuplar adlı oyunun orijinal bir kurguyla seyirciyi şok etmek ve büyülemek gibi bir iddiası olmadığını düşünüyoruz. Nitekim yazar tarafından hikâyeyi ele veren bir ad koyulmuş. Bunun da yaratıcılık yoksunluğundan değil, bilinçli bir tercihten kaynaklandığı açıktır. Çünkü oyunun amacı yakın tarihte yaşanan 6-7 Eylül olaylarını, bu olaylardan kadın oldukları için daha farklı etkilenenlerden biri olan Eleni’nin hikâyesiyle seyirciye aktarmaktır. Bu yüzden metin, bir kadının, Eleni’nin anlatısı üzerine kurulu. Seyirci, bir antropolog gibi ülkemizde yaşanmış bu acı olayları ve sosyopolitik etkilerini Eleni’nin ve Feride’nin yaşamlarından kesitlere tanık olarak görüyor. Yazarın mektuplarda anlatılan olayları vukuatlara dönüştürüp sahnelemektense yaşananları Eleni’nin dilinden anlatı haliyle seyirciye aktarmayı tercih etmesi bu açıdan iyi bir tercih diye düşünüyoruz. Tam da bu sebeple yazarın ıssız bir adaya düşme klişesini kullanmasını bir dezavantaj olarak görmüyoruz. Tarihin anlatılara değil, sadece resmi kaynaklara dayandığı bir ülkede, Eleni’den Mektuplar’la buluşan seyircinin bir kadının anlatısını dinlemesini çok değerli buluyoruz. Ancak belki de bu yüzden hikâyeyi takip etmeyi zorlaştıran bir yapıda oyun. Pek çok sahnede hiçbir vukuat gerçekleşmez; bunun yerine Feride mektupları okumaya başlamadan önce karakterler arasındaki gündelik muhab-
betlerden Eleni’nin ve çocuklarının hikayesini anlamaya, Feride mektupları okurken ise Eleni’nin anlatısı üzerinden boşlukları ta-
mamlamaya başlarız.

Diyojen, oyunun ilk otuz dakikasından sonra Eleni’nin gerçek hikayesini anlatırken Adnan için “açık bir düşmanlık çocuğu” dedikten sonra Feride’den yüksek sesli bir soru gelir: “Tecavüze mi uğramış?” Diyojen ise “Ben bu kelimeyi kırk beş yıldır kullanmadım sen nasıl kırk beş saniyede zırt diye çıkardın ağzından rahatça?” der. Biz de tecavüz olayının yalnızca Feride tarafından ve bir kez dillendirilmesinin feminist dramaturji açısından doğru bir seçim olduğunu düşünüyoruz. Çünkü gerçek bir tecavüz olayının medyada defalarca ve/veya ayrıntılarıyla yer alması hem tecavüze uğrayan kişiyi mağdur konumuna iter ve yıpratır hem de izleyicilerde tekrardan doğan bir duyarsızlaşma yaratır. Fakat bazı seyirciler ve eleştirmenler için bu tercih hikâyenin anlaşılmamasına sebep olmuş. Bu karışıklığın sebeplerinden en önemlisinin, Feride’nin mektupları okurken öğrendiklerine verdiği büyük tepkileri anlamamızı da engelleyen metinsel boşluklar olduğunu düşünüyoruz. Seyircide oluşan soru işaretlerini şöyle sıralayabiliriz: Feride ailesinin dindar bir aile olmadığını ve annesinin Rum oluşunun sorun yaratmayacağını söylemiş olmasına rağmen bu duruma neden bu kadar şaşırıyor? Bunca yıllık annesine en önemli sırrını öğrenecek kadar yaklaşamamış olmasına mı üzülüyor? Yoksa Feride’nin büyük üzüntüsü, annesinin Rum olmasından değil, tecavüze uğramış ve ağabeyini bu “açık düşmanlık” sonucu dünyaya getirmiş olmasından mı kaynaklanıyor? Üçüncü sorunun cevabı “evet” olmalı. Zira Feride’nin mektupları ve gerçekleri ağabeyinden saklamak konu-
sundaki ısrarının başka bir açıklaması olamaz: “Öğrenirse ne olacak bu adamın hali? Evli barklı, çoluk çocuk sahibi, profesör adam! Öğrenirse gerçekleri, dağılır gider.” Annesiyle bütün konuşmalarından, ona bütün sitemlerinden sonra Feride’nin “Hepsini geçtim de çok acı çektin mi?” demesi de yazarın ve rejinin vurgulamak istediği noktayı gösteriyor. Ancak seyircinin bu vurguyu anlaması için birkaç yerde daha bunun üstünde durulabilir. Mesela, Feride’nin annesine kızgın bir şekilde, ağabeyine gerçekleri açıklamayacağını haykırdığı kısımda tepkisinin nedeninin ağabeyinin bir tecavüz sonucu dünyaya geldiği gerçekliği ile baş edemeyeceğini düşünmesi olduğu bir kez daha belirtilebilir diye düşünüyoruz.

Oyunun finali ise seyirciyi şaşırtmıyor. Gerçekleri öğrenen Adnan ile sırrın sadece kendisine yadigar kaldığını düşünen Feride arasında görünmez bir bağ kuruluyor. O güne dek birbirinden habersiz yaşayan iki kardeş, oyunun sonunda ortak bir nokta yakalamayı başarıyor. Onlar her şeyin eskisi gibi olacağını düşünseler de bizler seyirci olarak ne iki kardeşin arasındaki ilişkinin ne de özel hayatlarındaki tavırlarının aynı olacağını biliyoruz.

Biraz da oyunculuklardan söz etmek gerek. Televizyon ve sinema dünyasından tanıdığımız Pelin Batu ile Tiyatro Boğaziçi oyuncusu Zeynep Okan dönüşümlü olarak Eleni/Edibe rolünü üstleniyorlar. Oyunu kampüsümüze davet ettiğimizde ise Eleni, Pelin Batu tarafından icra edildi. Eleni’den Mektuplar ’la, ilk kez tiyatro izleyicisiyle buluşan Batu’nun, oyunda az replikle büyük bir iş çıkarması gerekiyor ve yalın oyunculuğu ile bunu büyük ölçüde başardığını düşünüyoruz. Ancak vokal kullanımındaki düşüklük ve bazı aksiyon geçişlerindeki güvensizlik, en önemli anlarda hikâyenin anlaşılırlığına ve akıcılığına ket vuruyor. Özellikle Feride’nin mektupları okuduğu ve Eleni‘nin ara ara mektupları kendisinin seslendirdiği bölümlerde, eğer oyun çalışılmaya devam edilecekse, Batu’nun bazı aksiyon geçişlerinin üzerinde biraz daha durulması gerekiyor. Örneğin; Eleni, Feride’nin yanından yavaşça ayrılıp yürüyerek ışığın altına giriyor ve mektubunu seslendirmeye başlıyor. Burada Batu, kızını hüzünle izlerken birden sevinçle mektubunu seslendiren bir kadına dönüşüyor. Bu sahnede istenen etkinin çıkabilmesi için aksiyon geçişlerinin daha doğal oynanması gerektiğini düşünüyoruz.

Beş yıl boyunca Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nda, mezuniyetinin ardından da Tiyatro Boğaziçi’nde tiyatro yapan Duygu Dal-
yanoğlu’nu ise yıllardır ağabeyinin gölgesinde kalıp annesinin dikkatini çekmeye çalışmış, uçarı, rahat Feride olarak izliyoruz. Dalyanoğlu’nun, oyunun başında kalın ve çatallanmış bir vokal kullanması seyirciyi yoruyordu. Fakat özellikle Diyojen’in oyuna girişinden sonra tiplemenin, ağabeyiyle kurduğu ilişki ve vokal kullanımı değişti, doğallaştı. Tiyatro Boğaziçi’nin deneyimli oyuncuları Uluç Esen ve Cüneyt Yalaz’ın oyunculuklarına ise diyecek yoktu. Özellikle Cüneyt Yalaz’ın oyuna otuz dakika sonra değil, bu ilk kısmın biraz kısaltılmasıyla sahneye daha erken girerek hikayeyi hem oyunculuğuyla hem de tiplemenin yarattığı merak unsuruyla renklendirmesi çok iyi olurdu.

Teknik başlıklara gelecek olursak, dekor tasarımı iyi düşünülmüştü; hem inandırıcı hem de oyunun çok katmanlı yapısına uygundu. Özellikle ışık tasarımıyla dekor birleştiğinde istenilen hayal/gerçek, geçmiş/gelecek katmanları görsel olarak seyirciye sunuluyordu. Kostümler ise özenle tasarlanmış ve oyuna çok uygundu. Oyunda kullanılan müzikler de oyuna çok iyi yedirilmişti. Ancak, iki kardeşin “Aman Doktor” adlı şarkıyı birlikte söylemeye başladıktan sonra dans etmeye geçişleri doğal görünmüyordu. Küçük bir detay gibi görünse de oyunun en dokunaklı dakikalarından biriydi bu kısım. Özellikle başlarda Duygu Dalyanoğlu’nun mizansen almak için açılması ve iki kardeşin stilize bir şekilde kollarını kaldırması eğreti görünüyor, koreografi sonradan doğallaşıyordu. Bu geçişin daha doğal oynanması sahneyi daha da etkileyici kılacaktır.

Kampüste sergilenen oyun sonrasında oyunun yazarı Sevilay Saral, oyuncular Duygu Dalyanoğlu ve Pelin Batu ile oyunun yazım ve sahnelenme sürecine dair bir söyleşi gerçekleştirdik. Kendilerine en çok gelen sorunun bu hikayenin gerçek olup olmaması olduğunu belirten Sevilay Saral, hikâyenin Bir Kadın Uyanıyor[4] adlı oyunundaki gibi birebir gerçek bir öyküye dayanmadığını ancak oyunun sahnelenme sürecinde Eleni gibi geçmişini uzun yıllar bir sır olarak saklamış birçok kadın ile görüştüklerini ve Türkiye’de bu hikayeye benzer birçok gizli kalmış hikâyenin bulunduğunu belirtti. Biz de yapılan bu görüşmelerin başarılı bir şekilde sahneye yansıdığını düşünüyoruz.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde kampüste ağırladığımız Eleni’den Mektuplar adlı oyun bu sezonda da Maya Cüneyt Türel Sahnesi’nde izleyicilerle buluşmaya devam ediyor. Eleni’den Mektuplar, seyircisini artık hayatta olmayan bir kadının sırrını kendi ağzından dinlemeye, Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanmış bazı olayları yeniden keşfe çağırıyor. Gitmek zorunda olanların mektuplarıyla, kalanlar kendilerini yeniden keşfediyor.



[1] Erol Uzsoy, “Eleni’den mektuplar” http://www.lozanmubadilleri.com
/eleniden-mektuplar-makale,19.html, 11 Eylül 2012 tarihinde erişilmiştir.

[2] Samim Akgönül, Türkiye Rumları (İstanbul: İletişim, 2007), 221.

[3] Mehmet Zeki Giritli, “Disosya ve Eleni’den Mektuplar”, Mimesis, http://mimesis-dergi.org/2012/03/disosya-ve-eleni%E2%80%99den-mektuplar/, 11 Eylül 2012 tarihinde erişilmiştir.

[4] Sevilay Saral, Bir Kadın Uyanıyor (İstanbul: bgst Yayınları, 2006).