“Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?” Sorusuna Neden Cevap Vermemeli?

Böyle bir oturuma ihtiyaç duyduk çünkü hem aramızda gösteri sanatlarıyla uğraşan pek çok kadın var hem de hepimiz feminizmle tanıştıktan sonra “Madem cinsiyetler arasında doğuştan bir fark yok, madem hepimiz eşitiz, neden hiç büyük kadın sanatçı yok?” sorusuyla en azından bir iki kere karşılaşmıştık. Tartışmamız beklenmeyen bir şekilde uzun sürdü çünkü özellikle “Sanatta yetenek ne kadar önemlidir?” sorusu bizi epey meşgul etti. Okuduğumuz üç makale arasında bu soruya cevap veren ve 1971 yılında yazıldığından beri bu konuda temel metinlerden biri olarak kabul gören Linda Nochlin’in “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?”[2] adlı makalesi bizim için epey yol gösterici oldu. Bu yazıyı yazmamızın sebebi ise hem yaptığımız tartışmaları sanatla uğraşan ya da sırf feminist olduğu için makaleye başlık olan bu soruyla karşılaşan kadınlarla paylaşmak hem de kendi düşüncelerimizi netleştirmekti. Kendi kafa karışıklıklarımızı gidermek ve yazıyı daha keyifli bir hale getirmek için çeşitli kadın/erkek sanatçıların yaşam öykülerini konu alan altı adet film izledik: The Doors[3], Ray[4], Surviving Picasso[5], Frida[6], Sylvia[7], Tina: Aşkın Bununla Ne İlgisi Var?[8] Bu araştırmayı biyografik/otobiyografik kitaplar okuyarak değil, filmler üzerinden yapmayı tercih ettik. Dolayısıyla bu yazıda, Nochlin’in makalesindeki haklı argümanları; BÜKAK’ın yaz çalışmalarında yapılan tartışmalarla, ardından izlediğimiz filmlerle ve kendi deneyimlerimizle zenginleştirerek sizlerle paylaşmayı hedefliyoruz.

Büyük Sanatçı Miti: Yetenek Doğuştan mı Gelir?

“Adam dâhi!” gibi iki basit kelimeden oluşan bir ifade, hem doğuştan gelen bir deha ve yeteneğe hem de erkekliğe dayanan bir büyük sanatçı mitini açık bir şekilde ifade ediyor diye düşünüyoruz. Hem adam hem dâhi olan bu kişilik; bohem, serseri, vurdumduymaz, sanatını icra ederken büyük dehasını deliliğe dönüştürmekten çekinmeyen ve bunun da hesabını kimseye vermek zorunda hissetmeyen biridir. Bu sıfatlar toplum tarafından sanatçılara atfedilir ve pek çok sanatçının da bu sıfatları hakkıyla yerine getiren bir yaşantı sürdüğü aşikârdır. Linda Nochlin “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” adlı makalesinde; büyük sanatçının dehasının kişiliğinde cisim bulmuş, zamandan ve mekandan bağımsız gizemli bir güç olarak görüldüğünü söylüyor.[9] Sanatçılarla ilgili hikâyelerin, filmlerin, medyadaki temsillerin çoğu da bu miti ve bireye tapan, romantik-elitist yaklaşımı destekliyor. Bu yaklaşıma göre koşullar uygun olsun ya da olmasın, gerçek deha ve yetenek bir şekilde ortaya çıkar. Örneğin, The Doors adlı filmde Jim Morrison üniversitede sinema üzerine eğitim almaktadır. Bir gün, çektiği bir kısa film derste olumsuz tepkiler alır. Bunun üzerine Jim Morrison, kalkıp sınıfı terk eder ve şarkı sözleri yazmaya başlayacağı bohem bir yaşama adım atar. Picasso ise on beş yaşındayken yıllardır resim eğitimi alan genç insanların geçemediği çok zor bir sınavı geçer ve başarılı kariyeri başlar.Eğer bu örneklerdeki gibi büyük sanatçı/yetenek hangi koşullar altında olursa olsun ortaya çıkıyorsa, sanat yolunda Jim Morrison ya da Picasso gibi bir başarıya ulaşamamış sanatçılarda yeterli deha bulunmuyor demektir. Peki Jim Morrison üniversite mezunu olmayan bir insan olarak okulu bıraktığında ne iş yapacaktır? Kısa filmi beğenilmedi diye sınıftan basıp giderken kime güvenmektedir? Grubu henüz keşfedilmeden önce, şarkı sözleri ve şiirler yazdığı dönemde neyle geçinmektedir? Picasso’nun babasının sanat öğretmeni oluşu Picasso’nun başarısında biraz da olsa etkili olmamış mıdır?

Doğuştan geldiğine şiddetle inanılan bu büyük yetenek, her zaman değil ama genellikle erkek sanatçılarda farklı etkiler doğuruyor gibi görünüyor! Pek çok insan tarafından bu etkiler, hem yeteneğin ortaya çıkmasındaki faktörler hem de büyük yeteneğin sonuçları olarak algılanır. Örneğin şaşırtıcı bir şekilde, tesadüfen seçtiğimiz tüm erkek sanatçı biyografilerinde ve kadın sanatçı biyografilerinde adı geçen yine sanatçı olan erkek karakterlerde bir türlü doyuma ulaşmayan bir cinsellik arzusu gördük. Yaşadığı dönemde kadın hayranlarının cinsel objesi haline gelmiş olan Jim Morrison tanıştığı hemen her kadınla yatarken, sevdiği kadın olan Pam’i çılgınca kıskanmaktadır. Surviving Picasso adlı filmde birlikte olduğu kadınlara bağlılık duymayan Picasso yeni sevgililere yelken açarken arkasında, ikisi “histerik kadın” klişesini doğrulayacak şekilde delirme aşamasına gelmiş bir sürü kadın bırakır. Hatta eski eşi, Picasso’nun saçlarını ve tırnaklarını yıllarca kesmeye devam eder. Ray Charles, mutlu bir evlilik yapmasına rağmen eşini bırakmadan, ikisi onunla aynı müzik grubunda yer alan birçok kadınla ilişki yaşar. Film ilerledikçe grup üyelerinden biri olan Margie Hendricks’in; Ray’e duyduğu hayranlığın etkisiyle Ray gibi eroin kullanmaya başladığını, hamile kaldığını ve Ray diğer sevgilileri gibi onu da terk edip eşine döndükten bir süre sonra aşırı doz alarak hayatını kaybettiğini öğreniriz.

Diego Rivera, evlenmeden önce Frida’ya olan aşkının gücünü ifade eder, bağlılık yemini eder ama kadınlara olan düşkünlüğünü ve bir gün er geç onu aldatacağını da peşinen söyler. Nitekim Diego’nun Frida’nın kız kardeşiyle yatmasına, Frida’nın da Diego’nun da yatmış olduğu bir kadınla birlikte olmasına varacak bir çok eşlilik durumu yıllarca sürer.

Psikolojik bir hastalığı olan Amerikalı şair Sylvia Plath, kendisi de şair olan ve evlendikten sonra evin bütün işini ve çocukların bakımını Sylvia’ya bırakan Edward Hughes’ü histeriklik seviyesinde kıskanır. Ne var ki Edward, karısını yanıltmaz ve Sylvia’nın şüphelendiği bir ortak arkadaşlarıyla ilişki yaşar. Filmin sonunda bu ilişkinin kadının hamileliğine varması Sylvia’nın intiharına neden olur.

Büyük yeteneğin bir diğer sonucu ise yalnız, bohem ve çoğunlukla uyuşturucu maddelere eğilimli bir yaşam sürmektir. Ray Charles, Jim Morrison, Picasso ve Van Gogh çeşitli uyuşturucu maddelere ve/veya alkole bağımlıdır. Özetle, cinselliğe düşkünlük, uyuşturucu madde ve alkol kullanımı, yalnız ve bohem bir yaşam sürmek; büyük sanatçıyı hem besleyen hem de dehasının bir sonucu olarak görülen özellikleri/tercihleri olarak yansıtılır. Bu anlayış, yukarıda da belirttiğimiz gibi bireye tapan, romantik-elitist, zamandan ve mekandan bağımsız ortaya çıkabilen büyük sanatçı mitini destekler. Böylece “sanatçı” dediğimiz dâhi ve genelde adam olan kişi, koşullarından bağımsız olarak ortaya çıkan dehasıyla, yalnız bir birey olarak muhteşem eserlerini üretir ve çöküşünü de kendisi hazırlar.

“Madem hepimiz eşitiz, neden hiç büyük kadın sanatçı yok?”

Büyük sanatçı mitine içten içe inanırken, pek çoğumuz sanatçıların büyük başarılarını da büyük çöküşlerini de doğuştan gelen/bireysel yeteneğe ya da yeteneksizliğe bağlıyoruz. Sanatsal başarının tamamen bireysel özelliklerden kaynaklandığı böyle bir toplumda ise feministlerin “Madem hepimiz eşitiz, neden hiç büyük kadın sanatçı yok?” sorusuyla karşılaşması çok şaşırtıcı olmuyor. Çünkü bu bireye dayalı yaklaşım, “Neden büyük kadın sanatçı yok?” sorusunun altında yatan cinsiyetçi bakış açısını besler. Pek çoğumuz bu soruyla karşılaştığımız zaman belli savunma mekanizmaları geliştiririz. Nochlin’in analizine göre feministler çoğunlukla, kadın sanatçılar söz konusu olduğunda “büyüklük”ün farklı anlamları olduğunu iddia etme eğilimi gösteriyor. Erkeklerin deneyimlerinin ve koşullarının farklı olduğunu açıklamaya çalışıyorlar ve kadınların kolektif bir kadın üslubuna sahip olduklarını söylüyorlar. Fakat yine Nochlin’e göre, yapılan araştırmalar kadın sanatçıların eserleri arasında belirgin herhangi bir ortaklık olmadığını gösteriyor. Kadın sanatçılar da erkekler gibi aynı dönemde yaşadıkları sanatçılarla ortak özellikler taşıyorlar.[10] Feministlerin ikinci açıklaması ise büyük kadın sanatçıların sanat tarihinde görmezden gelindikleri savı üzerine kurulu. Elbette sanat tarihi kaynaklarına yalnızca kadın oldukları için dahil edilmeyen pek çok kadın sanatçı var ve biz onlarla ancak yakın geçmişte tanışma fırsatı bulduk. Kadın sanatçıların eserlerinin bu şekilde görünür kılınması oldukça değerli bir yaklaşım.

Oysa Nochlin’e göre dünya ve sanat tarihine bakıldığında Batılı-beyaz-erkek-büyük sanatçı kadar kadın, siyah, Batılı olmayan büyük sanatçı olmadığı kabuledilmesi gereken bir gerçek.[11] Bu yazıyı yazan iki kişiden birinin, yoğun olarak şiir yazdığı lise yıllarında, kendisiyle aynı yaşta olan ve şiir yazan bir erkek arkadaşından bu soruyu duyduğunda çaresizce tanınmış kadın şairleri saymaya çalışıp bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kadın şair bulabildiğinde anladığı gibi.

Çünkü bu sorunun içinde yatan cinsiyetçi cevabın (Hiç büyük kadın sanatçı yok, çünkü kadınlar büyük sanatçı olamaz.) altının ne kadar boş olduğu, ancak sanatçıların ve sanatçı olmayı deneyip başarısız olanların sosyoekonomik, kültürel, toplumsal koşulları incelenerek ortaya çıkarılabilir. Aynı zamanda sanat tarihi yazımının dışında bırakılmış kadın sanatçıları ve eserlerini görünür kılmanın önemine değinen bu ikinci açıklama, sanat üretiminde bu koşulların oynadığı rolün ne kadar önemli bir yer tuttuğunu da göz ardı etme riski taşıyor. Çünkü sanatın tamamıyla bireysel yeteneğe/dehaya dayandığı savına, yani büyük sanatçı mitine bu ikinci yaklaşım da karşı çıkmıyor.[12] Bu anlamda iki yaklaşım da sorunun barındırdığı cinsiyetçi varsayımın tuzağına düşüp soruyu olduğu gibi yanıtlamaya çalışıyor.

Artık “yetenek”, “deha” olarak tanımlanan ve çevresel faktörlerden asla etkilenmeyen, ne olursa olsun ortaya çıkan bu doğaüstü gücün neden kadınlarda bir türlü ortaya çıkamadığından bahsetmek istiyoruz, yani “koşullar” deyip dururken neyi kastettiğimizden. Belki de Virginia Woolf’un, feministlerin referans vermeye doyamadığı Kendine Ait Bir Oda adlı kitabında sorduğu soruya bir kere daha dönmeliyiz:

“Shakespeare’in Judith adında çok yetenekli bir kız kardeşi olmuş olsaydı neler olurdu […]”Woolf, sorusunu takip edensayfalarda sanatın eğitimle, çıraklıkla ve uzun süren bireysel deneyimlerle öğrenilen/deneyimlenerek geliştirilen bir meziyet olduğunu söylüyor. Kızlarını çok sevmelerine rağmen yaşadıkları toplumda bir kadının sanat eğitimi almasının imkansızlığını, kadınlar için hayatın ne kadar zor olduğunu bilen ailesi Judith’in sanata yönelmesine mümkün olduğunca engel olur ve Judith, kendisine acıyıp vaatler veren oyuncu – menajer Nick Green’den hamile kaldığını öğrenir; en sonunda da bir kış gecesi canına kıyar. Şimdi otobüslerin durduğu bir kavşakta gömülüdür.[13]

Woolf, sanata eğilimi/yeteneği olan insanların belli imkanlara; eğitim almahakkına ve maddi dayanağına, hiç değilse kendilerine ait bir odaya sahip olmalarının zorunluluğunu dile getirir. Yakın geçmişe kadar ve hatta bugün bile pek çok sanat tarihçisi sanatçının ürünlerini/başarısını/başarısızlığını değerlendirirken koşullarını hiçbir zaman göz önüne almaz. Gerçekten de özellikle resim, heykel vb. gibi akademik eğitimin büyük önem taşıdığı alanlarda Batılı olmayan, kadın ve/veya siyah büyük sanatçılar istisnai örnekler olarak kalıyor. Çünkü belli tarihsel, sosyoekonomik ve kültürel koşullar gerçekten de böyle sanatçıların yetişmesinin önünde engel oluşturmuş durumda. Bu noktada tekrar Nochlin’in makalesine dönüp kadın ressamların uzun yıllar boyunca sanat akademilerine giremediğinden bahsetmemiz gerekir. Nochlin, kadınların sanat akademilerine girmeye başladıkları dönemde ise ressamların kendilerini geliştirmeleri için en önemli çalışmalardan biri olan nü çalışmaları yapamadıklarını çünkü kadınların çıplak erkek modellerle çalışmalarının yasak olduğunu belirtiyor.[14] Ray adlı filmden bir örnek vermek gerekirse; Ray Charles’ın, sekiz yaşından beri kör olmasının yanı sıra, yaşadığı dönemde ABD’nin güneyinde siyahi bireylerin maruz kaldığı inanılmaz ayrımcılıkların da büyük bir sanatçı olması yolunda nasıl engeller yarattığını görüyoruz. Tina: Aşkın Bununla Ne ilgisi Var? adlı filmde ise rock sanatçısı Tina Turner’ın, kocası Ike Turner’ın tecavüzüne ve şiddetine maruz kaldığı için sanatsal üretiminin nasıl sekteye uğradığını gördük. Sylvia Plath ise kocası gibi şair olmasına rağmen evin hemen hemen tüm işlerini üstlenmek ve çocukların bakımını tamamıyla üstüne almak zorunda kalıyor.

Tina Turner rolünde Angela Basset ve Tina Turner (Soldan sağa)

Bu tartışmaları kulüpte yürütürken aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nda (BÜO) ve Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nde (BÜFK) çalışma yapan BÜKAK’lı kadınlar kendi deneyimlerini paylaştılar. Tiyatro kulübüne ilk geldiklerinde bazı insanların sahnede kendilerine çok güvenli olduğunu ve bazılarınınsa sahnede kendine çok güvensiz olduğunu belirttiler. Kişinin sahneye çıkarkenki beden dilinden bile pek çok şeyin anlaşıldığını ve kadınlar deneyim kazandıkça iyi oyunculara dönüşseler de kulüp çalışmaları yeni başlarken sahneye güvensiz bir şekilde adım atanların çoğunluğunun kadınlar olduğunu söylediler. BÜFK’te çalışan kadınlar ise Türkiye’de kadın müzisyenlerin genelde ritim çalgılarına ve vokale yöneldiğini, çünkü müzik yapmayı genelde evde ya da kadın ortamlarında öğrenmek zorunda kaldıklarını belirttiler. Buna karşın erkek müzisyenlerin rahatlıkla ezgi çalgılarına yöneldiğinden bahsettiler. Türkiye genelindeki bu eğilimin kısmen de olsa BÜFK’te de yaşandığını eklediler.

Tüm bunlara dayanarak söyleyebiliriz ki yazının ilk bölümde bahsettiğimiz erkek-büyük sanatçı mitinin, başarıyı da çöküşü de birey-sanatçıya yüklemesi sanat tarihinde kadın sanatçıların konumlarını değerlendirmede oynadığı rol açısından tehlikelidir. Çünkü dış faktörlerden bağımsız birey – büyük sanatçı miti, “Neden büyük kadın sanatçı yok?” sorusunun barındırdığı, kadınların doğuştan daha az yetenekli oldukları varsayımını destekler.

Sonuç

Sanatın herhangi bir alanında büyük başarı elde etmek gerçekten zor ve nadir rastlanan bir durum. Nochlin’e göre, sanatla uğraşmaya çalışırken dış etkenlerle ve içselleştirilmiş önyargılarla uğraşarak başarıya ulaşmak daha da zor ve bunları çoğunlukla kadınlar, siyah ve/veya Batılı olmayan sanatçı adayları yaşıyorlar. Açıkça ortada ki bunların hiçbiri de sanatsal üretimi destekleyen şeyler değil. Fakat önemli ve gerekli olan kadınların mazeret ileri sürmeden, vasatlığa düşmeden kendi tarihsel ve güncel gerçekleriyle yüzleşebilmesi. Çünkü dezavantajlı olmak gerçekten de bir mazeret olabilir; ama entelektüel bir konum değildir.[15] Bir sanat tarihçisi olan Nochlin bu tespiti yaparak, 1971’de makalenin yazılışından bugüne kadar hala tartışabildiğimiz, üstüne yazı yazdığımız bir ürün üretmiş. Ne var ki bu tespit, sanat icraeden kadınlar için sanatsal, entelektüel bir konum olarak öne sürülemez. Çünkü kadın akademisyenler, kadın sanatçılar ve feministler, içinde bulundukları dezavantajlı konumdan ancak, “Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?” sorusuna cevap vermeye çalışmak yerine sanatsal ve entelektüel olarak kendilerini daha da geliştirerek ve önlerine çıkan her türlü engelle dayanışma içinde mücadele ederek çıkabilirler.



[1] Ahu Antmen, der., Sanat/Cinsiyet (İstanbul: İletişim Yayınları, 2010).

[2] Linda Nochlin, “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” Sanat/Cinsiyet içinde, der., Ahu Antmen (İstanbul: İletişim Yayınları, 2010).

[3] The Doors, Yönetmen: Oliver Stone (Lionsgate, 1991), DVD.

[4] Ray, Yönetmen: Taylor Hackford ( Universal Pictures, 2004), DVD.

[5] Surviving Picasso, Yönetmen: James Ivory (Warner Bros, 1997), DVD.

[6] Frida, Yönetmen: Julie Taymor (Handprint Entertainment, 2002), DVD.

[7] Sylvia, Yönetmen: Christine Jeffs (BBC Films, 2003), DVD.

[8] Tina: Aşkın Bununla Ne İlgisi Var?, Yönetmen: Brian Gibson (Touchstone Pictures, 1993), DVD.

[9] Linda Nochlin, “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” Sanat/Cinsiyet içinde, der., Ahu Antmen (İstanbul: İletişim Yayınları, 2010), 129.

[10] A.g.e., s. 123.

[11] A.g.e., s. 125.

[12] A.g.e., s. 128.

[13] Linda Nochlin, “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?”, Sanat/Cinsiyet içind , der., Ahu Antmen (İstanbul: İletişim Yayınları, 2010), 55.

[14] A.g.e., s. 136.

[15] Linda Nochlin, “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?”, Sanat/Cinsiyet içinde, der., Ahu Antmen, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2010), 157.