Postyapısalcı Kuram ve Feminizm İlişkisine Dair Düşünceler: Süre Giden Tartışmalar: Eşitlik-Farklılık İkilemi? Sentezi?
Postyapısalcı Kuram ve Feminizm İlişkisine Dair Düşünceler:
Süre Giden Tartışmalar: Eşitlik-Farklılık İkilemi? Sentezi?
Ayşen Yılmaz
Senem Kara
Geçtiğimiz bahar ve yaz döneminde BÜKAK’taki çalışma gruplarından biri de postyapısalcı teori ve postyapısalcı feminist perspektifler üzerine makalelere yoğunlaşan Feminist Kuram Okuma Grubu’ydu. Postyapısalcı teorinin son yıllarda özellikle dil, beden, kimlik ve farklılık gibi konularda feminist kuramda ciddi kırılmalar yaratması BÜKAK’ta böyle bir çalışma alanı açmamızda etkili oldu.
Çalışmanın ürünü olan bu yazıda da, postyapısalcı kuram ve perspektifin feminist teori ve politikaya nasıl katkı sağlayabileceğini, bir yandan nasıl alanlar açarken bir yandan da ne gibi sınırlamalar getirdiğini tartışacağız. Yazının ilk kısmında feminizm ve postyapısalcılık arasındaki ilişkiden ve postyapısalcı kuramın kullandığı dil, söylem, farklılık ve yapı bozum gibi araçların feminist kuram ve metodolojiyi nasıl besleyebileceğinden bahsedeceğiz. İkinci kısımda ise, Türkiye bağlamında, anayasa ve Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) sürecindeki feminist politikaları ve eşitlik-farklılık tartışmalarını postyapısalcı feminist bir perspektiften analiz edeceğiz.
Postyapısalcı Kuram ve Feminizm İlişkisi
Postyapısalcı kurama göre felsefe, sosyal teori ve politikanın temeli olamaz; çünkü ne felsefi akımlar, ne de “hakikat” ve “adalet” kavramları evrensel gerçeklerdir. Aksine, ortaya çıktıkları zamana ve bağlama özgü kavramlardır; fakat -hatalı bir şekilde- evren-
selleştirilmişlerdir. Bu evrenselleştirmeyi reddeden postyapısal-
cılık ise, çeşitli felsefi temellere dayalı “modern” sosyal eleştirinin yerini tüm felsefi varsayımlardan arınmış, evrensel değil yerel ve tarihsel bir bağlama dayanan sosyal eleştiriye bırakması gerektiğini savunur.
Postyapısalcılık, aydınlanma paradigmasına ve onun bilimsellik, tarafsızlık, akıl, rasyonalite ve hakikat ile ilgili varsayımlarına ciddi bir karşı çıkış içerir. Aydınlanma ideolojisi, aklın ve tarafsız bilimsel yöntemlerin kullanılmasıyla hakikate ve doğru bilgiye ulaşılabileceği ve toplumsal yaşamın ulaşılan bu bilgiler doğrultusunda düzenlenmesi sayesinde ilerleme sağlanacağı fikrini temel alır. Tarihsel olarak baktığımızda, bu ideolojinin Avrupa-merkezci/ eril/ burjuva girişimler tarafından kendi meşruiyetlerini sağlamak amacıyla kullanıldığını görüyoruz. On dokuzuncu yüzyılda kadınların eşit oy hakkı taleplerinin reddi, uzun yıllar akıl-duygu arasında kurulan ikiliğin kadın-erkek ikiliğine atfedilmesi yoluyla mümkün olmuştur. Yüzyıllar boyunca süren bu eşitsiz uygulamanın temeli, kadınların, erkeklerin sahip olduğu rasyonel düşünme yetisine sahip olmadıkları, aksine duygularıyla akıl dışı bir biçimde hareket ettikleri ve bu nedenle doğru kararlar alamayacakları varsayımına dayandırılmıştır. Benzer biçimde bilimsellik ve tarafsızlık iddiasına sahip pek çok bilgi tarihsel olarak tahakküm ilişilerini pekiştirici biçimde iktidarlar tarafından kullanılmıştır. Örneğin, yerlilerin daha etkili yönetilebilmeleri için bilgi toplayan geleneksel antropoloji, sömürge rejimlerine hizmet etmiştir. Siyahlarla beyazların IQ test sonuçları arasındaki farklılıkları, toplumsal koşullardan ve testin yanlı kurgulanışından bağımsız biçimde ırksal farklılığa dayandıran ana akım psikoloji bilimi, ırkçılığı perçinlemiştir. Piyasa ekonomisinin devlet müdahalesinden neden korunması gerektiğini kavramsallaştıran neoklasik iktisat ise neoliberal ekonomiye temel oluşturmuştur. Biz, yürüttüğümüz tartışmalarda akıl, rasyonalite ve bilime dayanan hakikat söylemlerinin kaçınılmaz olarak tahakkümcü olduğu yargısına varmasak da var olan iktidar ilişkilerinin aklın, rasyonalitenin ve bilimin kullanım biçimlerinde belirleyici olabildiğini, dolayısıyla tarafsızlık ve hakikat iddiasındaki söylemlere karşı feministler olarak kuşku duymanın ve sorgulayıcı olmanın gerekliliği konusunda hemfikir olduk. Çünkü “evrensel” denilen şey aslında tarihsel ve bağlamsaldır, doğrunun tanımı iktidar ilişkilerine bağlı olarak değişir.
Postyapısalcı teorilerin feminizm için önemli gördüğümüz temel eksenlerinden biri, üst anlatıların reddidir. Üst anlatılar tüm toplumsal ilişkileri ve tarihi belirli evrensel ve kapsayıcı ilkeler etrafında açıklayan söylemler ve kuramlardır. Jean François Lyotard Postyapısalcı Durum adlı kitabında “üst anlatı” kavramını, aydınlanma felsefesi, Hegel’in diyalektik mantığı, Marx’ın sınıf çatışması teorisi gibi toplumsal yapıyı genelleyici, evrenselci ve indirgemeci biçimde açıklamaya çalışan teorileri ve felsefeleri tarif etmek için kullanır. Lyotard için üst anlatılar politikayı, modern bilimi ve sosyal düzeni meşrulaştırmaya yarayan, iktidar tarafından oluşturulan ve yine iktidarın devamlılığını destekleyen üst söylemlerdir.[1] Postyapısalcı kuramlar, üst anlatının da diğer birçok anlatı arasından sadece biri olduğunu, farklı yerellikler ve farklı anlatılara olanak sağlamadığını savunur. Üst anlatılar kendi evrensellik iddiaları ile çelişen farklı öznellikleri görünmez kılar, yok sayar ve hatta yok eder. Örneğin toplumsal ilişkilerin tümünün üretim ilişkilerine göre ve sınıf çatışması temelinde belirlendiğini iddia eden bazı Marksist anlatılar toplumsal cinsiyet/ etnisite/ ırk temelli ilişkilerin birbirleriyle ve üretim ilişkileri ile etkileşimlerini göz ardı eder.
Benzer biçimde cinsiyetçiliği biyolojik farklılığa dayanarak açıklamaya çalışan bazı feminist anlatıların özcü ve evrenselci öğeler içerdiklerini ve aslında bir üst anlatı olduklarını görürüz. Bu feminist anlatılarda kadın ve erkek diye, tüm özellikleriyle birbirinden ayrışan iki ayrı kategori yaratılmış ve bunlar birbirinin zıttı olarak kuram-
sallaştırılmıştır. Bu anlatılar, Joan W. Scott’ın “kurmaca birlikler” olarak adlandırdığı bu ikili, yapay zıtlıklar yaratma sürecinde, kadın ve erkek diye iki tarih dışı, homojen, sosyal ve kültürel bağlamdan bağımsız kurmaca birlik oluşturduğu ve bunları birbirinin karşıtı olarak kodladığı için ikili bir özcülük içerir.[2]
Bu feminist anlatıların kadın ve erkek kurmaca birliklerini oluşturma süreci, aynı zamanda evrenselci bir perspektiftir. Bu kurmaca birlikler, içerisindeki tüm bireyleri teoride aynılaştırmasına rağmen aslında “teorisyenin kendi çağı, toplumu, kültürü, sınıfı, cinsel yönelimi ve etnik/ ırksal grubunu hatalı bir şekilde evrenselleştirir.”[3] Örneğin Batılı radikal feministlerin çokça söz ettikleri “kadın”ın durumu, evrensel olmaktan çok öte, Amerikan, beyaz, orta sınıf, heteroseksüel kadının kadınlık deneyimidir ve bu lezbiyen, biseksüel, travesti, transeksüel (LBTT) kadınların, “üçüncü dünya” kadın-
larının, renkli kadınların, göçmen kadınların farklı kadınlık deneyimlerini yok sayar. Zaten Batılı radikal feministlere farklı kadınlık deneyimlerine sahip diğer kadınlar ve feministler tarafından yöneltilen eleştirilerin çoğu, Batılı feministlerin kendilerine özgü tarihsel deneyimleri evrenselleştirmeleri nedeniyle ortaya çıkmıştır.[4] Benzer biçimde, Türkiye’de Kürt kadınlar, başörtülü kadınlar ve LBTT kadınlar, kimlikleri nedeniyle karşılaştıkları farklı mağduriyet biçimlerini ve farklı kadınlık deneyimlerini dikkate almamak için direnen bazı feministleri eleştirmişlerdir.[5] Bu eleştirilerin benzerleri halen “ideal Türk kadını” imgesinden bir türlü vazgeçemeyen Kemalist feministlere yöneltilmeye devam ediyor.
Postyapısalcı kuramlar, içinde barındırdıkları özcü ve evrenselci unsurlardan dolayı üst anlatının meşruiyetini reddederken anlatılarda çoğulculuğa ve yerelliğe alan açmaya çalışır. Toplumsal eleştiriyi kurmaca birlikler ve ikili kategoriler yerine çeşitlilik, çoğulculuk ve farklılıklar üzerinden kurgulamaya kapı aralar. Öte yandan, üst anlatıları reddeden postyapısalcı kuramların bunun yerine sosyal eleştiri için nasıl bir düzlem önerdiği zaman zaman muğlaklaşabilmektedir. Postyapısalcı kuramların reddettiği üst anlatılar, iktidar ilişkilerinin eleştirisini mümkün kılan ırk, cinsiyet, sınıf gibi eksenler ve tarihsel anlatıların reddini de içinde barındırır. Bu durumda, üst anlatıların evrenselciliğinden kaçınma çabası, bizi sosyal eleştiriyi zeminsizleştirmeye götürebilir. Bu sebeple, yürüt-
tüğümüz tartışmada üst anlatıların reddi konusunda Fraser ve Nicholson’ın görüşlerine katıldık: Evrenselcilikten ve indir-
gemecilikten kaçınmak için üst anlatıların reddi önemli olmakla birlikte geniş tarihsel anlatılardan, makroyapısal analizlerden ve ırk, cinsiyet, sınıf gibi toplumsal eleştiri eksenlerinden vazgeçmek gerekmez.[6]
Nicholson ve Fraser, feminist kuramın nasıl olması gerektiği sorusuna ise, özcü ve evrenselci olmayan; ama aynı zamanda postyapısalcı felsefenin üst anlatılarla birlikte reddettiği tarihsel anlatıları da reddetmeyen bir feminist kuram, yanıtını verirler. Feminist kuram ve politika, kurmaca birlikler olarak kadın ve erkek kategorileri ve üst anlatılar oluşturmak yerine, anlatıları, toplumsal ve kültürel bağlamında tarihselleştirip geçici kılmalı; genelleyici ve indirgeyici değil, karşılaştırmacı ve yanlışlanabilir olmalıdır.[7]
Biz, postyapısalcı kuramın feminist aktivizme en önemli katkı-
larından birinin mücadele yöntemi ile ilgili önerisi olduğunu düşünüyoruz: Mücadeleler, evrensel kimlikler ve evrensel olarak paylaşılan çıkarlar etrafında oluşturulan birlikler yoluyla değil farklı kimlikler ve öznellikler arası ittifaklar ve dayanışma ağları yoluyla yürütülmelidir.
Postyapısalcı Kuramın Teorik Kavramsallaştırmaları ve Feminist Metodoloji
Postyapısalcı kuram, feminist kuram için böyle bir perspektif sunmanın yanı sıra, feminist metodoloji için oldukça yararlı olabilecek kavramlar sunar: Dil, söylem, farklılık ve yapıbozum.[8] Joan W. Scott, özellikle söylem, farklılık ve yapı bozuma vurgu yaparak feminist kuram ve metodolojinin bu kavramları, var olan cinsiyet ilişkileri ve hiyerarşilerini anlamak ve eleştirebilmek için ne şekilde kullanabileceğinden bahseder.
Postyapısalcı teoride dil; kelimeler, gramer sistemi ve metinlerden oluşan bir iletişim sistemi olmanın ötesinde, bireylerin sosyal ilişkilerini düzenleyen, kurumların nasıl algılandığını ve düzenlendiğini belirleyen, toplumsal kimlik inşasında rol oynayan bir anlam kurma sistemidir. Bu anlam kurma sürecinde bazı anlamlar norm alınarak genel geçer kabul edilirken bazıları ya görünmez kılınır ya da çeperde kalır. Hangi anlamların ortadan kalkacağını belirleyen ise söylemdir. İktidardan bağımsız olarak kurgulanması mümkün olmayan söylem, (bilimsel) “hakikat”lerin izleğinde sorgulanmaya ihtiyaç bile duyulmayan teoriler ve felsefeler oluşturur. Kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılıkla ilgili teoriler de bunlardan biridir. [9]
Postyapısalcı teorinin feminist kuramcıların ilgisini oldukça çeken bir diğer kavramsallaştırması da farklılıktır. Ferdinand de Saussare’ün dil teorisine göre, anlam, karşıtlıklar sayesinde kurulur ve pozitif bir anlam ancak karşıtının olumsuzlanmasıyla mümkün kılınır. Ataerkil söylemde “erkek” kategorisinin oluşturulması ve “kadın” kategorisinin buna ikincil ve karşıt olarak kurgulanması, buna bir örnektir. Kadın ve erkek kategorilerinin anlam kazanması, bu kategorilerin her birine cinsiyetle ve bedensel farklılıkla ilgisi olmayan başka özelliklerin atfedilmesi sayesinde mümkün olur.[10] Örneğin, kadın ve erkek kategorilerine duygu-akıl, özel alan-kamusal alan, narinlik-güçlülük gibi temelde bu kategorilerle ilgisi bulunmayan, birbirine zıt ve biri diğerine baskın olan özellikler (aklın duyguya göre daha baskın ve birincil addedilmesi) atfedildikçe kadınlık ve erkeklik nihai anlamlarını kazanırlar. Kadınlık ve erkeklik arasındaki güç eşitsizliğinin kurulması tam da bu kategorilere atfedilen özelliklerin kendi aralarında hiyerarşi içermesi yüzündendir. Böylece, cinsiyet, bir dizi kültürel temsiliyetle ilişkilendirilir; toplumsal düzende erkek ve kadın rolleri kurulan bu ikili hiyerarşik karşıtlıklara göre düzenlenir.
Jacque Derrida’nın kullandığı yapıbozum terimi yukarıda bahsettiğimiz “farklılık”ın kurulma biçimlerinin ve işleyişinin analizini içerir. Yapıbozum yöntemi iki aşamalıdır: (I) Farklılıklara-ikiliklere yüklenen anlamların tersine çevrilmesi ve (II) bu ikiliklerin ortadan kaldırılması.[11] Yapıbozum yöntemi ikiliklere yüklenen an-
lamların nasıl oluşturulduğunu ortaya çıkararak bunların doğal karşıtlıklar olmadığını, belirli tarihsel bağlamlarda belirli amaçlara hizmet edecek biçimde kurulduklarını göstermesi açısından oldukça önemlidir.
2007’deki Anayasa Taslağı Süreci Üzerinden Eşitlik Farklılık İkilemi/ Sentezi
Yazının bundan sonraki kısmında postyapısalcı kuramın bize sun-
duğu teorik araçlardan yararlanarak farklılık ve eşitlik kavramlarını, bunların bazı bağlamlarda birbirine zıt olarak kurgulanmasının nasıl sonuçlar ürettiğini ve feminist politika ve kuram için bu tartışmanın nereye oturduğunu tartışmaya devam edeceğiz.
90’lardan bu yana eşitlik-farklılık ikilemi, bu ikilemi sentezleme çabaları ya da birini diğerinin tam karşısına koyma eğilimleri feminist siyasetin en temel tartışmalarından biri oldu. Gülnur Acar Savran’ın da dediği gibi, terazinin bir tarafındaki eşitlik savunucuları zaman zaman “kurumsallaşma, lobicilik, Birleşmiş Milletler’in kadınları güçlendirme ve dünya siyaseti ile bütünleştirme politikalarına” savrulurken; diğer taraftaki farklılık savunucuları “akademizm, retorikte radikallik ve politikasızlığa” savruldular.[12] Joan W. Scott, feministler için postyapısalcı kuramın kavramlarının ve düşünce biçiminin neden yararlı olabileceğini tartıştığı “Deconstructing Equality-Versus-Difference” (Eşitlik-Farklılık Karşıt-
lığını Yapıbozuma Uğratmak) makalesinde feministler arasında gerilimli hat olarak duran eşitlik-farklılık ikileminin eleştirisini Jacques Derrida’ya atıfta bulunarak yapar. Derrida her şeyin karşısına onun zıttı olarak başka bir şey konduğunu, böyle ikili karşıtlıklar gibi kurulan “şeylerin” iktidar ilişkilerinden bağımsız olmadığını söyler. Örneğin, kadınlığın karşısına zıttı olarak erkek konulur. Bu kavramların her biri, anlamını diğeri üzerinden var eder ve tabii ki karşıtını ezebildiği ve ikincil kılabildiği ölçüde iktidardır.[13]
Postyapısalcı kuram bu ikili karşıtlıklar söylemini ciddi anlamda eleştirir. Feminist hareketin süregelen tartışmalarından biri olan eşitlik/farklılık ikilemini, karşıt ikilikler inşa etmenin sorunlu yanları bağlamında bu kuramın düşünsel izleği üzerinden okuyabiliriz.
Eşitlik talebinin eleştirisinden sonra ortaya çıkan farklılık vurgusu; kadınların kendilerine özgü varoluş biçimlerinin yok sayıldığını, mutlak bir kadın-erkek eşitliği talebinin kadınlığa ve erkekliğe dair sosyal, ekonomik ve siyasi tarihlerin farklılığını görünmez kıldığını iddia ediyordu. Eşitlik talebine dair eleştiriler, kadınların hem kendi aralarındaki farklılıkları hem de bir cinsiyet kategorisi olarak kadın ve erkek arasındaki farklılıkları gündeme getirdi. Fakat bu tartışmalara geçmeden önce kadınlar arasındaki farklılıkları görünmez kılan, feministler tarafından da farklı tarihsel bağlam-
larda[14] dile getirilen, kadın-erkek eşitliği taleplerinin geçmişinin nereye dayandığına bakmak gerekir. Bu tarihselliği anlamak, beraberinde “kadınlar farklıdır” mottosunun feministlerin dillerine pelesenk olduğu tarihin de başlangıcına götürecektir bizi. Biz de bu tarihselliği vermeye çalışırken postyapısalcı kuramın da eleştirdiği evrenselleştirici ve genelleyici bir tarih anlatısından ziyade zeminimizi Türkiyeli feministlerin söylemleri üzerinden kuracağız.
80’lerde feministlerden bir kısmı politik mücadelede eşitlik söyleminin benimsenmesini; yani eğitim, istihdam, hukuk, siyaset gibi alanlarda cinsel farklılığın tamamıyla geçersizleştirileceği stratejiler ve talepler geliştirmek gerektiğini savunuyorlardı. Bazı feministler ise kadınlar adına politika üretirken kadınların bir grup olarak paylaştıkları ihtiyaçların, çıkarların ve özelliklerin dikkate alınması gerektiğini düşünüyorlardı ki bu yüzden farklılık savunucuları olarak isimlendiriliyorlardı. Bu feministler, Fransız Devrimi’nden bu yana gerek uluslararası hukukta gerek devletlerin kendi hukuklarında egemen söylem haline gelmiş eşit vatandaşlık ve eşit haklar söyleminin pratikte var olan eşitsizlikleri gizlediğini ve hatta yeniden ürettiğini iddia ediyorlardı. Farklılık vurgusu; kadınların kendilerine özgü farlılıklarının yok sayıldığını, mutlak bir kadın-erkek eşitliği talebinin kadınlığa ve erkekliğe dair sosyal, tarihsel ve siyasi geçmişlerin farklılıklarını görünmez kıldığını söylüyordu.
Yapıbozumcu teori ise eşitlik ve farklılığın her zaman ve her durumda, evrensel olarak bir zıtlık teşkil ettiğini reddetmeyi, bu ikili zıtlığın tarihsel olarak kurulmuş olduğunu ve pratikte nasıl işlediğini sormamızı önerir. Eşitlik ve farklılık tartışmasını yapıbozumuna uğratmanın feminist politika ve kuram için nasıl alanlar açtığını Türkiye’de son yıllarda çokça gündem olan pozitif ayrımcılık tartışmasında görmek mümkün.
Türkiyeli feministler bir yandan Türkiye’de dil, din, ırk, cinsiyet, sınıf ayrımı gözetilmeksizin kanun önünde eşitliğin ve toplumsal kaynaklardan eşit olarak yararlanma hakkının dayanağı olan “anayasal eşit vatandaşlık” talebinde bulunuyorlar. Diğer yandan da hukuksal eşitliğin gündelik pratiklere her zaman yansımadığını, sınıfsal ve etnik ayrımcılıkla birleşen cinsiyet temelli ayrımcılıklar nedeniyle kadınların haklarını pratikte kullanamadıklarını ve toplumsal, siyasal ve ekonomik alanlarda erkeklerle aynı statüde olmadıklarını gündeme getiriyorlar. Toplumun bu eşitsizlik üzerine organize olması nedeniyle hakların pratikte eşit kullanımını mümkün kılacak özel önlem politikaları üretilmesini, yani pozitif ayrımcılık taleplerini dile getiriyorlar. [15]
2004’te Türk Ceza Kanunu (TCK) reformu sırasında TCK Kadın Platformu’na üye kadın örgütleri anayasanın 10. maddesindeki “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” ifadesine “Devlet bu eşitliği fiili olarak hayata geçirmek için geçici özel önlemler almakla yükümlüdür.” cümlesinin eklenmesini istiyorlardı. Bu talep, eşitliği engelleyen farklılıkların tanınması talebiydi. Buradaki farklılık anlayışı, tarafsız/ nötr olduğu varsayılan kanun önünde eşitliğin pratikte gizlediği eşitsizliği gözler önüne sermeyi amaçlayan olumlu bir farklılık anlayışı idi. Bu talep karşılanmadı ancak yapılan değişiklikle “kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptirler. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür” ibaresi eklendi.
2007 yılında AKP’nin hazırladığı yeni anayasa taslağının açıklanması üzerine, T.C. anayasasında eşitliği düzenleyen 10. maddede yapılmasını önerdikleri değişiklik, feministler tarafından her anlamda eleştirildi ve reddedildi. 2004 yılında 10. maddeye kadın hareketinin mücadelesi sonucunda “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptirler. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” ibaresinin eklenişi, her ne kadar bu madde feministlerin taleplerini tam olarak karşılamasa da, ciddi bir kazanım olarak görülmüştü. Fakat 2007’de AKP’nin önerdiği taslakta bu ibare kaldırılmış ve kadınlar, 9. maddedeki çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi “özel korunmayı gerektiren kesimler” kategorisine dahil edilmişti.[16] Türkiye nüfusunun yarısını oluşturan kadınların vatan-
daşlık tanımlarının özel korunmaya muhtaç olarak nitelendirilmesi elbette kabul edilebilir bir durum değildi. Tüm bu gelişmelerin ardından yapılan eylemler ve seksen kadın örgütünün imzacısı olduğu Anayasa Kadın Platformu’nun talepleri, aynılığa ve aynılaştırmaya değil, kadın ve erkek arasındaki farklılığa dayanan bir eşitlik söylemini içeriyordu.
Türkiyeli feministler, bir yandan Türkiye’de eşitliğin dayanağı olan “anayasal eşitlik” talebinde bulunurken bir yandan da hukuksal eşitliğin gündelik pratiklere her zaman yansımadığını, kadınların sırf kadın oldukları için erkeklerin sahip olabildikleri toplumsal, siyasal ve ekonomik alanlardaki haklardan ve işleyişlerden yararlana-
madıklarını gündeme getirdiler. Toplumun, yasaların ötesinde bu eşitsizlik üzerine organize olmasına karşın özel önlem politikaları üretilmesini, yani pozitif ayrımcılık taleplerini dile getirdiler. [17]
2007 boyunca feministlerin gündemine oturan 10. maddenin muadili olarak konan ve kadınları özel bakıma muhtaç engelli, hasta, yaşlı ve çocuk kategorisine koyan ve bir taraftan da kadınların ev içindeki emeklerini yok sayan ve kamusal alanda zaten son derece eşitsiz olan haklarını da elinden alan SSGSS üzerine birçok eylem yapıldı, söz üretildi. Feministler bir yandan “Eşit işe eşit ücret!” diye alanlarda bağırırken bir yandan da ev içi emeklerine karşı yıpranma payı isteyerek kadın olmanın yarattığı ekstra emeğin hesabını sordular. Biz, 2007 yılında anayasa taslak önerisine karşı yapılan feminist eylemleri Scott’a referansla tartışmaya çalıştık ve sonuçta bu eylemlerle eşitlik/ farklılık ikileminin aşılması için retorikten öteye geçildiğini ve eşitlik/farklılık sentezinin eyleme geçtiğini düşünü-
yoruz.
Ancak feminist teorisyenler, ikinci dalga feminizmle birlikte ortaya atılan “farklılık” ve “kadın kültürü” gibi argümanların bağlamından koparılıp politik olarak sömürülmesi, var olan erkek ve kadın kategorilerini destekleme ve eşitlik taleplerine ket vurulması tehlikesinin farkında olmalı ve buna izin vermemelidirler.[18] Farklılık söyleminin politik olarak sömürülmesinin bir örneği, 2007 yılında anayasa taslağı ve SSGSS süreçlerinin öncüsü AKP ve kadın örgütleri arasında geçen tartışmalar sırasında da yaşandı. Erdoğan ile farklı STK’ların kadın temsilcilerinin yasa taslağını konuşmak için bir araya geldiği bir toplantıda Erdoğan “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum, kadın ve erkek farklıdır, birbirinin mütemmimidir (tamam-
layacısıdır)” demiştir.[19] Kadın-erkek arası hukuki eşitlik maddesinin anayasadan çıkarılıp kadınların hasta, yaşlı, sakat ve çocuklarla aynı kategoride değerlendirildiği başka bir maddenin altında yer bulmasının ardından yapılan bu açıklama elbette şaşırtıcı değildir. Burada kadınları şoka uğratan, Scott’un “Farklılık, feminist kuramın en yaratıcı analitik aracıdır.”[20] diyerek ifade ettiği farklılık vurgusunun iktidar tarafından kullanılıp nasıl da kadınların aleyhine çevrilebildiğidir. Erdoğan, kadın ve erkeğin farklı olduğunu kadının asli görevi olarak kabul ettiği annelik ve eş olma kimlikleri üzerinden kabul ediyor. Gülnur Acar Savran’ın sosyal güvenlik düzenlemelerini tartıştığı yazısında belirttiği gibi kadınların önüne iki yol sunulur: (I) Farklılıklarımızla varız diyeceklerse, bakıcı-anne kimliğine hapsol-
maya razı olmak zorundadırlar. (II) Kadın ve erkek eşittir derlerse de ev içindeki karşılıksız emeklerinin karşılığını talep edecek meşru zeminlerini kaybedeceklerdir.
Sonuç Yerine
Geçtiğimiz dönem BÜKAK’ta postyapısalcı teori ve bu teorinin feminizm ile ilişkisi üzerine yaptığımız okuma çalışması, bu konu üzerine uzun süredir düşünsek de bir eğitim-araştırma çalışması bağlamında kulüpte bir ilkti. Postyapısalcı kuramın temel metinleri üzerine başlayan okumalarımızı postyapısalcı teorinin kavramsal araçlarını kullanan feminist teorisyenlerin metinleri takip etti. Bu metinler ışığında Türkiye’deki feministlerin politika üretirken postyapısalcı teoriden nasıl faydalanabileceğini, bu teorinin feministlere açacağı yeni alanları tartıştık. 2007’den bu yana süren anayasa tartışmasına karşı yürütülen feminist eylemliliğin, sözünü söylerken postyapısalcı teoriden beslendiğini dile getirdik. Giriş niteliğindeki okuma çalışmamızın ürünü olan bu yazı da dönem içerisinde okuduğumuz makalelere referansla grup içerisindeki tartışmalarımızı yansıtmakta. Joan W. Scott “Feministlerin bir teoriye ihtiyaçları olduğunu söylemeye gerek bile yok ve bu teorinin kendisi postyapısalcı teoriden başkası değil.” der. Evet, postyapısalcı teorinin eleştirelliği, norm olarak dayatılan hakikatleri reddedişi, tüm yaratıcı kavramsallaştırmaları biz feministler için çok önemli; bu yazıda kapsayamadığımız ve başka bir yazının konusu olabilecek postyapısalcı teorinin yer yer kültürel relativizme düşme, retoriğin ötesinde eylem üretememe noktasına savrulma gibi çıkmazlarını her zaman aklımızın bir köşesinde tutmamız gerektiğini unutmadan.
[1]Nancy Fraser, Linda Nicholson, “Social Criticism without Philosophy”, Feminism/Postmodernism, der. Linda Nicholson, New York: Routledge, 1990, s. 35.
[2]Joan W. Scott, “Feminist Reverberations”, Differences: A Journal of Feminist Cultural Studies (13)3, 2002, s. 5.
[3]Nancy Fraser, Linda Nicholson, “Social Criticism without Philosophy”, Feminism/Postmodernism, der. Linda Nicholson, New York: Routledge, 1990, s. 27.
[4]Chandra Mohanty, “Cartographies of Struggle: Third World Women and the Politics of Feminism”, Feminism Without Borders, New York: Duke University Press, 2003.
[5]Detaylı tartışmalar için bkz: “Kürt Kadın Hareketi ve Örgütlenme Deneyimleri” ve “Dindar Çevrelerde Kadın Politikası Üretimi”, Özgürlüğü Ararken, İstanbul: Amargi Yayıncılık, 2005; Sibel Eraslan, “Uğultular… Silüetler…”, 90’larda Türkiye’de Feminizm, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002.
[6]Nancy Fraser, Linda Nicholson, “Social Criticism without Philosophy”, Feminism/Postmodernism, der. Linda Nicholson, New York: Routledge, 1990, s. 34-35.
[7]A.g.e., s. 19-20.
[8]Joan W. Scott, “Deconstructing Equality-Versus-Difference: Or, the Uses of Poststructuralist Theory for Feminism”, Feminist Theory Reader, Routledge, 2003, s. 378.
[9]A.g.e., s. 380.
[10]A.g.e., s. 380.
[11]A.g.e., s. 381.
[12]Gülnur Acar-Savran, Beden Emek Tarih: Diyalektik Bir Feminizm İçin, İstanbul: Kanat Yayınları, 2009, s. 170.
[13]Joan W. Scott, “Deconstructing Equality-Versus-Difference: Or, the Uses of Poststructuralist Theory for Feminism”, Feminist Theory Reader, Routledge, 2003, s. 381.
[14]Burada, aydınlanmanın prensiplerini yol haritası olarak alan ve talepleri hep nötr bir adalet anlayışı üzerinden kuran feministlerden bahsediliyor. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında ABD’deki sufrajetler örnek olarak gösterilebilir.
[15]Bir Grup Feminist, “Ezilenlerle Kadınlardan Yana Özgürlükçü Bir Anayasa İçin”, Amargi (7), Kış 2007.
[16]Selma Acuner ve Pınar İlkkaracan, “Türkiyeli Kadınların Anayasal Eşitlik Talebi ve Kampanyalar”, Amargi (7), Kış 2007.
[17]Bir Grup Feminist, “Ezilenlerle Kadınlardan Yana Özgürlükçü Bir Anayasa İçin”, Amargi (7), Kış 2007.
[18]Ruth Milkman, “Women’s History And The Sear’s Case”, Feminist Studies(12), 1986, s. 394-395, içinde Joan W. Scott, “Deconstructing Equality-Versus-Difference: Or, the Uses of Poststructuralist Theory for Feminism”, Feminist Theory Reader, Routledge, 2003.
[19]“Kadınla Erkek Eşit Olamazlar!”, 20 Temmuz 2010, http://www.internetajans.com/
default.asp?NID=98716, 16 Ekim 2010’da erişilmiştir.
[20]Joan W. Scott, “Deconstructing Equality-Versus-Difference: Or, the Uses of Poststructuralist Theory for Feminism”, Feminist Theory Reader, Routledge, 2003, s. 385.