Dünyalarını Kaybetmişlere Yazan Sevim Burak

Dünyalarını Kaybetmişlere Yazan Sevim Burak

Zeynep Berra Dodurka

50’li yıllarda amatör hikayeleri çeşitli gazetelerde yayımlanmaya başlayan Sevim Burak 1965’de yayımlanan Yanık Saraylar adlı ilk hikaye kitabıyla oldukça ses getiren bir yazar olmuştur. Ancak bir kadın ve azınlık mensubu olan Sevim Burak toplumda ötekileşmeyi irdeleyen, dilde ve biçimde yaptığı değişikliklerle hâkim dile ve topluma karşı duran metinleriyle, yazdığı dönemde ve halen edebiyat çevreleri tarafından anlaşılmamış, görmezden gelinmiş ve tam da metinlerindeki karakterler gibi dışlanmıştır.[1]

Ben de bu yazıda, okumaya başladığımızda anlamakta çok zorlan-
dığımız, garipsediğimiz Sevim Burak’ın önce hayatını, kitaplarını, dili zorlayarak, imla kurallarını yok sayarak yazışını, metinlerinde biçime ve görselliğe verdiği önemi, tüm bunların metinlerinin içeriğiyle nasıl uyum içinde olduğunu ve son olarak da Sevim Burak’ın metinlerini anlamamızın nasıl mümkün olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Hayatı ve Eserleri

Sevim Burak 1931 yılında İstanbul’da doğar, Osmanlı soyundan gelen bir kaptan olan Mehmet Seyfullah Burak’ın ve Bulgaristan’dan İstanbul’a göçen Yahudi bir ailenin kızı olan Anne Marie Mandil’in kızıdır. Babası ve annesi arasındaki evlilik başta, Anne Marie’nin Yahudi olması sebebiyle, babasının ailesi tarafından kabul görmez. Ancak ilk çocuğun doğumuyla aile yumuşar ve evlilikleri tanınır. Gelinin Yahudi olması aile içinde her zaman utanılacak ve saklanması gereken bir şey olarak görülür ve Sevim Burak çocukluğu boyunca annesinin Yahudi kimliğinden utanır.[2] Ancak daha sonraki yıllarda, kitaplarında sık sık Yahudi kadınlardan bahseder ve Tevrat en çok yararlandığı kitaplardan biri olur. Mektuplarından birinde de “Ah Ya’Rab Yehova” adlı hikâyesini annesi için yazdığını söyler:

Küçücük bir kızken burnum çok havadaydı, şimdi yerlere, yerin dibine indi. Yahudilerden, annemden utanırdım, nefretle karışık… Annem hep bir gün ağlayacaksın der, ağlardı… İşte, şimdi bu bir avuç Yahudi, iki tanecik ev bana anamdan kalanlar… Onun için yazdım Yehova’yı.[3]

Ortaokulu Alman Lisesi’nde bitirdikten sonra, Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü’ne manken olarak girer. Sürekli gözler önünde olduğu başarılı bir mankenlik döneminden sonra 1949 yılında, on sekiz yaşındayken Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nda keman sanatçısı olan Orhan Borar’la evlenir. İlerleyen yıllarda kendine ait bir modaevi açarak terzilik yapar. 1955 yılında ise oğlu Karaca dünyaya gelir. Eşiyle arasında fikir ve karakter farklılıkları vardır ve bu ilk evliliğinin onu pek mutlu etmediğini anlarız mektuplarından:

Konuşacak yeni bir fikri yoktu. Okumazdı. Yeni fikirler peşinde koşmazdı. Hiçbir düşünceyi üretemezdi. Kulaktan duyduğu hikayeleri çok güzel anlatır, herkese sevimli görünürdü[…] Neyse hatıralarımızı değerlendirmeye kalktığımda koskoca bir sıfır görmekteyim.[4]

Oğlunun, Karaca’nın doğumundan sonra Orhan Borar ile aralarındaki çatışmalar artar ve kısa bir süre sonra, 1958 yılında ayrılırlar. Bu süreçte amatör hikayeler yazmaya başlar Sevim Burak, bu ilk dönem hikayeleri Ulus gibi çeşitli gazetelerde yayınlanır. 1961 yılında ileride evleneceği ressam Ömer Uluç’la tanışır. Aralarında oldukça yoğun bir aşk vardır ancak, bu ikinci evliliği çok şiddetli çatışmalarla doludur ve bu evliliğiyle birlikte onun “sıradışı yazar karakteri” şekillenmiştir.[5]

İkinci evliliği sırasında, 1965 yılında, Sevim Burak’ın edebiyat çevresinde tanınmasını sağlayan ve büyük tartışmalara yol açan hikaye kitabı Yanık Saraylar yayımlanır. Daha önce yazdığı hika-
yelerini teknik olarak zayıf ve çocuk işi bulur, onlardan hikayeleri olarak bahsetmez.[6] Yanık Saraylar‘la Sait Faik Ödülü’ne aday olur, ancak ödülü alamaz. Jüri üyelerinden Mehmet Fuat, Sevim Burak’a haksızlık edildiğini düşünerek yarışma jürisinden ayrılır.[7]

Sevim Burak ise kitabının aforoz edildiğini ve bu yüzden kendince “Türk halkını boykot ettiğini” söyleyerek 17 yıl boyunca hiçbir şey yayımlamaz.[8] Bu süreçte Ömer Uluç’la olan evliliği sorunlu bir şekilde sürer ve kızı Elfe doğar. İlerleyen yılarda Sevim Burak’ın on yaşındayken geçirdiği kalp romatizması tekrarlar ve ölümüne kadar bitmeyecek olan bir tedavi süreci başlar. İki katater ameliyatı geçirir fakat olması gereken kalp kapakçığı ameliyatını geciktirerek 1976 yılında Nijerya’ya atanan Ömer Uluç’un yanına kızı Elfe’yle birlikte gider. Afrika’da kaldıkları bir buçuk yıl yazarı çok etkiler. Bu dönemde sağlığı giderek kötüleşir. Afrika dönüşü Londra’da ameliyat olur; ancak yine doktorları dinlemeyerek İstanbul’a döner. Buradaki olumsuz çevre şartları, maddi sıkıntılar, eşiyle olan problemleri iyileşmesini engeller ve 1980 yılında Haseki Hasta-
nesi’nde bir kateter ameliyatı daha olur. Hastanede ameliyata girerken aldığı karar sonucu Ömer Uluç’tan ayrılır.[9]

Bundan sonraki dönem, yazdıkları açısından çok verimli bir dönem olur. 1982 yılında Yanık Saraylar‘daki “Ah Ya’Rab Yehova” adlı öyküsünün oyunlaştırılmış biçimi olan Sahibinin Sesi yayımlanır. Aynı yıl “Palyaço Ruşen” isimli öyküsüyle Yanık Saraylar‘ın rövanşını almak isteyerek ve hak ettiğini düşünerek katıldığı Sabahattin Ali Öykü Yarışması da bu sefer fazla profesyonel olduğu gerekçesiyle “kaybettirilir”. Tepki olarak, hikayelerini hazırlanacak olan antolojiden geri çeker.[10] 1983 yılında ikinci hikaye kitabı Afrika Dansı yayımlanır. Bu öyküler Nijerya gezisinin ve ölümle sürekli burun buruna olmasına sebep olan hastalığının derin izlerini taşır. Oğluna yazdığı bir mektupta hastaneden çok korktuğunu ve bu yüzden Afrika Dansı’nı yazdığını söyler.[11] Bu kitapta çok farklı teknikleri dener Sevim Burak ve Afrika Dansı büyük tartışmalara sebep olur. Yine aynı yıl “3 perdelik roman” olarak nitelediği Everest My Lord‘u ve İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar‘ı yazar; bu iki kitap ölümünden sonra, 1984 yılında yayımlanır. Ve tüm bunların yanında hayatının eseri olarak gördüğü, “şizofrenik bir metin” olarak adlandırdığı, bir türlü bitmeyen Ford Mach 1 adlı romanını yazmayı sürdürür. Bu kitap da yazarın ölümünden sonra derlenerek yayımlanır.

Sevim Burak, 1983 yılında ardında yayımlanmış üç kitap ve birçok taslak bırakarak kalp hastalığından dolayı hayatını kaybeder. Onu tanıyanlar için neşeli, delidolu, muzip, kendi kendisiyle dalga geçebilen, “yaşayan bir kadın”dır Sevim Burak.[12] “Çok canlı, elleri ve gözleri de konuşan”, eksantrik bir kadın olarak nitelendirilir.[13]

Ancak neşe dolu bu karakterinin ardında, içten içe kırılgan, insanlara küskün ve yalnız bir kadındır. Selim İleri, Sevim Burak’ın yayımlanan mektuplarıyla ilgili şöyle der:

Bu mektup örneklerinde büyük bir küskünlük duyumsanıyor, çocuksu heyecanların tersine. Umduklarını bulamamış olmanın tedirginliği, dahası korku, yok edilmek, yazıda çizide soykırıma uğramak korkusu, dehşet verici bir endişe.[14]

Sürekli hastalıkla, ölümle ve sorunlu evliliklerle boğuşan, insanlardan uzaklaşan Sevim Burak, yazabilmek, yazdığı biçimde yazabilmek için kendini dünyaya kapatması gerektiğini söyler:

Her kitabım bir olay oluyor. Ama ben, yapayalnız bu olayı yaratan insan, toplumdan soyutlanmış bir halde yaşamak zorundayım. Çünkü, benim yazdığım biçimde bir yazar için, dünyayla alışveriş kurmaya imkan yok. Gözlerimi, kulaklarımı, kalbimi, kapatmalıyım bütün güzelliklere, zenginliklere ki, aklım herkesin görüp sevdiği şeyleri görmesin, güzelliklere dalıp yanlış düşüncelere kapılmayayım. Sonra benim yaşadığım yaşam beni cezalandırır, yazı yazamam.[15]

Yazma Yöntemi

Metinlerinde sürekli kendi yaşantısından beslenir, “sadece başından geçmiş olan, geride kalan, yaşadığı olayları” yazar.[16] Yaşantısındaki her şeyi metinlerinde malzeme olarak kullanır. Ford Mach 1 isimli romanı yazmak için evdeki eşyalarını satıp araba almış ve oğluyla o dönem İstanbul’da gençler arasında çok meşhur olan araba yarışlarına katılmış, kitabı için malzeme toplamıştır. Maddi sıkıntılarına rağmen antika merakıyla da bilinir Sevim Burak; Üsküdar Çarşısı’ndaki eskicilerle dostluk kurar, antika eşyalara değer verir ve bunlardan hikaye çıkaracağını söyleyerek savunur kendini.[17] Gerçekten de “Sedef Kakmalı Evde ve diğer pek çok hikayesinde eşyalar önemlidir; eşyalar, objeler metinlerinde nerdeyse kendi başlarına bir oluş halindedir.[18] Ayrıca Afrika gezisinden de yanında bir sürü mask ve küçük objeyle dönmüştür, sonra bunlardan bir sergi de açmıştır. “Afrika Dansı” hikayesinde de bu maskları kullanmıştır. Metinlerindeki kişiler de gerçek kişilerdir. Örneğin Yanık Saraylar’daki daktilo kız, yazılarını daktiloya çeken daktilo Nebahat’tir.[19] “Ah Ya’Rab Yehova” adlı hikayesindeki Melek Hanım, Madam Nıvart ve diğer karakterleri çoğunlukla çocukluğunun geçtiği Kuzguncuk’tan tanıdığı kişilerdir.[20]

Onun herkesten farklı, kendine özgü bir yazma yöntemi vardır; onu tanıyanlar, terzi gibi çalıştığını söyler. Yakın dostu olan eleştirmen Feyza Zaim, Sevim Burak’ın çalıştığı ortamı ve yazma yöntemini şöyle anlatır:

Sanki bir terzihaneye girmiş gibi hissediyorsunuz. Provahaneye. Yarı bitmiş yarı bitmemiş elbiseler var… Terzi arkadaşınız size nasıl fikir sorarsa aynen öyle… “Şurda potluk var mı sence? Arkamdan git bir uzaktan bak bakayım.”, tam böyle bir çalışmaydı. Kağıtları serer yere. Emekleyerek onu alır oraya. “Şimdi böyle bakayım nasıl oldu?… Kalkıp şunu şöyle getirir misin?”[21]

Aynı hikayeyi defalarca yazar, yazdıklarını keser, kestiği bölümleri üst üste ekler, istediği biçime ulaşıncaya kadar sürekli değiştirir. Hiçbir metnini bir defada yazamaz, bir hikayeyi yüz defa yazdığını ve yazdıkça yeni bir gerçekliğe ulaştığını söyler.[22] Yazıları konusunda çok titizdir; İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar‘ı yazarken bir cümlede takılır ve bu bir cümle üzerinde bir yıl düşünüp oyunu ilerletemez.[23]

Sevim Burak Edebiyatı’nda Biçim ve Görsellik

Metinlerinde biçime ve görselliğe çok önem veren bir yazardır Sevim Burak; çünkü biçimle özün birbirini tamamladığına inanır:

Öz’ü tam bir yalınçlıkla ortaya koyabilmek için, bende, biçimsel bir çabanın ileri gitmesi gerekir. Bu yüzden, biçimsel görünen yerler, öz’ün en kuvvetle belirdiği yerlerdir. “Yanık Saraylar”, “Büyük Kuş” hikayeleri bunun örnekleridir. Satırların alt alta kaymaları, kırılmaları, büyük harflerin kullanımı, özü yaka-
layabilmek çabasından başka bir şey değildir.[24]

Biçimde yarattığı farklılıklar edebiyatçılar tarafından en çok konuşulan ve yeni tartışmalar açan yönü olmuştur. Sevim Burak Yanık Saraylar‘dan itibaren düzyazının olağan akışını değiştirerek, dili kırarak yazmıştır. Yapmak istediği vurguya göre büyük-küçük harf kullanımlarını değiştirmiş,  cümleleri yerine göre tire (-), eğik çizgi (/) gibi işaretlerle bölmüş, bazen cümleleri kırıp kelimeleri alt alta yazmayı tercih etmiş, şiirsel bir dil kullanmıştır. Ayrıca hikayelerinde bazen resimleri, fotoğrafları kelimeler yerine kullanmış ve bunların hiçbirini suçlandığı gibi rastgele yapmamıştır. Kelimelerin bir şeyler anlatmak için kullanılan birtakım işaretler olduğunu[25] ve başka şeylerle yer değiştirebileceğini söyler:

kelimeler hatta harfler birtakım işaretlerdir işaretleşmelerdir. Eğer harfler olmasaydı başka işaretler, belki hareketler harflerin yerine geçebilecekti. Kullandığım harfleri bu bayraklarla (gemilerde haberleşmek için kullanılan bayraklar) değiş-
tirebilirim. Kelimeler yerine bayraklar, eşyalar koyabilirim. Bütün mesele hayatımızın içine karışmış olan bir yaşama dönüşmesi, paçavraların, bezlerin, örtülerin konuşması, bize anlatması[26]

Gerçekten de Yanık Saraylar‘dan itibaren, metinlerinde sık sık resimlerden, farklı malzemelerden yararlandığını görürüz. Yanık Saraylar‘da eşi Ömer Uluç’un soyut resimlerini, Everest My Lord‘da kızı Elfe’ye çizdirdiği resimleri, Afrika Dansı’nda hastane raporunu, ”On Altıncı Vay” isimli hikayesinde gemilerdeki tehlike anında yapılması gerekenler broşürünü kullanmıştır. Bazen de sadece nesne isimleriyle yazmış, nesnelerin çağrışımlarıyla anlatmıştır.[27] “Taşlar, demirler, bozuk elektrik ocakları, atılmış fişler, eski bir bisiklet kornası, bir evin kırmızı kapı numarası, sokak ismi”[28] çok şey anlatır Sevim Burak’a göre.

Sevim Burak Yazınında Toplumsallık Meselesi

Sevim Burak sürekli olarak toplumsallıktan uzak olmakla suçlanır. Asım Bezirci onun sadece olayların kişisel yanlarını anlatıp onların altında yatan toplumsal sorunlara inmediğini söyler.[29] Oysa Sevim Burak’ın metinlerinde hep görünenden fazlası vardır. Anlatarak değil işaret ederek yazdığını söyleyebiliriz; söylemek istediğini doğrudan anlatmak yerine kelimeleri fotoğraflarla değiştirmiş, kelimelerle oynamış, bazen sadece nesnelerden yararlanmayı tercih etmiştir. Tüm bunlarla görünmeyeni görünür kılmaya çalışmıştır.[30] Sürekli dışlanmış, hâkim kültüre dahil olamayan ve bunun sancısını çeken, eşit olmayan ilişkilerin ağırlığı altında ezilen, özellikle kadın karakterler metinlerinde yer almıştır. Bu dışlanmışlıklar tek boyutlu olmamış ve çeşitli biçimlerde kendini göstermiştir metinlerinde. Sahibinin Sesi‘ndeki Bilal Bey gibi Osmanlı’nın konak kültürü ile Cumhuriyet’in dayatmaları arasında kalmış karakterler, toplumda görünürlükleri kısıtlanmaya çalışılan Yahudi kadınlar, bazen Afrika Dansı‘nda olduğu gibi eşit olmayan bir hasta- doktor ilişkisi ve en çok da sancı çeken, toplum tarafından görünmeyen kadınlar… Ancak dışlanmışlık tek başına Sevim Burak’ın edebiyatını anlatmakta yeterli değildir, bu dışlanmanın ardında gizli bir isyan, bir karşı çıkış da yatar.

Sevim Burak edebiyatı sürekli ezilen kadınlar ve kötü erkeklerden çok daha fazlasıdır; toplumsal düzenin dil, biçim ve içerikle sorgulanmasıdır.[31] Sevim Burak bu sorgulamayı biçim ve özü üst üste oturtarak yapar. Dili zorlayarak, dilbilgisi kurallarını altüst edip cümleleri bölerek yazması, anlaşılmak istemediğinden değil, başka türlü yazamayacak olmasındandır. Kullandığı dilin parçalı, kekeleyen hali karakterlerinin hâkim düzende kendilerini ifade edemeyişleriyle yakından alakalıdır.

Sevim Burak’ın düzene karşı çıkışı, hatta bu düzeni tehdit edişi sadece ötekilerden bahsetmesinden değil; daha çok kullandığı dilden dolayıdır. Metinlerinde yer alan dışlanmış, ötekileş(tiril)miş karak-
terlerin gerçek hayatta duyulmayan, görmezden gelinen sesleri, dilin kırılmasıyla, parçalanmasıyla öykülerinde görünürleşiyor, hisse-
diliyor. Hissediliyor; çünkü metinlerdeki kişilerin huzursuzlukları, acıları, kendilerini ifade edemeyişleri belki de en çok bu parçalı dil sayesinde okuyucuya yansıyor. Okurken sürekli hissedilen karanlık, nereden geldiği bilinmeyen rahatsızlık, huzursuzluk, tekinsizlik…

Sonsöz Yerine…

Yazarak değiştiğini söyleyen Sevim Burak’ı okumak, anlamaya çalışmak bizi de değiştiren bir süreç oldu. Başlarda niye bu kadar anlaşılmaz olduğunu kavrayamadığımdan, içten içe yazara öfkeli olduğum okuma sürecim, özellikle minör edebiyat üzerine yaptığımız tartışmalarla ve daha sonra da Sevim Burak’ın mektuplarını okumaya başlamamla değişti. Sevim Burak’ın yazma serüveni, kullanmayı tercih ettiği anlaşılması zor dil, onun soyuttan somuta, yeni bir gerçekliğe ulaşma çabasının bir parçası.[32] Hâkim çoğunluğun penceresinden okunduğunda anlaşılması zor; çünkü kendisinin de dahil olamadığı, yabancı olduğu hakim dilde ve toplumda kendini ifade edemeyişinin, dışarıda bırakılışının ifade bulmasıdır Sevim Burak edebiyatı, “konusu kendisi olan bir edebiyat”tır.[33] Bu yüzden de en bireysel göründüğü yerde bile ortak bir deneyimin varlığı söz konusu ve bu ortak deneyimin varlığıyla, bizim Sevim Burak okumalarımız anlam kazandı. Dünyayı izleyenlere değil de, dünyalarını kaybetmişlere yazdığını[34] söyleyen, yazabilmek ve yaşayabilmek için kendine insanlardan kaçarak, perdelerini kapatarak bildiğimiz dünyanın dışında bir dünya çizen[35] Sevim Burak’la ve metinleriyle, belki de en çok dile getirilemeyen kadınlık deneyimlerimiz sayesinde ortaklaşabildik. Onun me-
tinlerinde duyulan seslerin bizzat bizi ve daha pek çoklarını içine alan bir topluluğun sesi olduğunu fark ettik.


[1]Seher Özkök, “Sevim Burak’ın Öyküleri Üzerine Dil ve İçerik Merkezli Bir İnceleme”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 2006, s. vi.

[2]Nilüfer Güngörmüş, A’dan Z’ye Sevim Burak, İstanbul: YKY, 2003, s. 4.

[3]Sevim Burak, Beni Deliler Anlar, yay. haz: Karaca Borar, İstanbul: Hayykitap, 2009, s. 27.

[4]A.g.e., s. 99.

[5]Seher Özkök, “Sevim Burak’ın Öyküleri Üzerine Dil ve İçerik Merkezli Bir İnceleme”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 2006, s. 16.

[6]Bedia Koçakoğlu, Aşkın Şizofrenik Hali Sevim Burak, Konya: Palet Yayınları, 2009, s. 119.

[7]A.g.e., s. 71.

[8]Sevim Burak, Beni Deliler Anlar, yay haz. Karaca Borar, İstanbul: Hayykitap, 2009, s. 95.

[9]Bedia Koçakoğlu, Aşkın Şizofrenik Hali Sevim Burak, Konya: Palet Yayınları, 2009, s. 37.

[10]Sevim Burak, Beni Deliler Anlar, yay. haz. Karaca Borar, İstanbul: Hayykitap, 2009, s. 187.

[11]A.g.e., s. 245.

[12]Bedia Koçakoğlu, Aşkın Şizofrenik Hali Sevim Burak, Konya: Palet Yayınları, 2009, s. 42, 43.

[13]Sevim Burak, Beni Deliler Anlar, yay. haz. Karaca Borar, İstanbul: Hayykitap, 2009, s. 18.

[14]A.g.e., s. 18.

[15]A.g.e., s. 132.

[16]A.g.e., s. 29.

[17]Bedia Koçakoğlu, Aşkın Şizofrenik Hali Sevim Burak, Konya: Palet Yayınları, 2009, s. 99.

[18]A.g.e., s. 100.

[19]Sevim Burak, Beni Deliler Anlar, yay. haz. Karaca Borar, İstanbul: Hayykitap, 2009, s. 50.

[20]A.g.e., s. 22.

[21]Nilüfer Güngörmüş, A’dan Z’ye Sevim Burak, İstanbul: YKY, 2003, s. 44

[22]Sevim Burak, Beni Deliler Anlar, yay. haz. Karaca Borar, İstanbul: Hayykitap, 2009, s. 20.

[23]A.g.e., 22.

[24]Sevim Burak, “Hikaye, İmge ya da Tansık”, Kitaplık(71), 2004.

[25]Sevim Burak, Beni Deliler Anlar, yay. haz. Karaca Borar, İstanbul: Hayykitap, 2009, s. 93.

[26]A.g.e., s. 94.

[27]Sevim Burak, Afrika Dansı, İstanbul: Adam Yayınları, 1982, s. 73.

[28]A.g.e., s. 94.

[29]Seher Özkök, “Sevim Burak’ın Öyküleri Üzerine Dil ve İçerik Merkezli Bir İnceleme”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi. 2006, s. 25.

[30]Nilüfer Güngörmüş Erdem, “Sevim Burak, Birey ve Karanlığı”, Adam Öykü, Kasım-Aralık, 2004.

[31]Seher Özkök, “Sevim Burak’ın Öyküleri Üzerine Dil ve İçerik Merkezli Bir İnceleme”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 2006, s. vi.

[32]Sevim Burak, Beni Deliler Anlar, yay. haz. Karaca Borar, İstanbul: Hayykitap, 2009, s. 209.

[33]A.g.e., s. 132.

[34]A.g.e., s. 24.

[35]A.g.e., s. 38.