Gayda İstanbul’dan Fehmiye Çelik ile Söyleşi

Fehmiye Çelik ile Söyleşi

Rumeysa Çamdereli & Zilan Kaki

Geçtiğimiz haftalarda “Gayda İstanbul” ilk albümünü çıkardı. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu ve Feminist Kadın Çevresi’ndeki çalışmalarından tanıdığımız Fehmiye Çelik’le “Gayda İstanbul” projesi,  albüm süreci ve yaptığı çalışmaları üzerinden sohbet etmek istedik.  Fehmiye Çelik,  Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarında Folklor Kulübü’nde başladığı müzik çalışmalarını, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST) bünyesinde devam ettirdi.  BGST’de,  müzik alanındaki çalışmalarda ve “Kardeş Türküler” albümlerinde/konserlerinde vokalist/solist olarak yer aldı. “Kardeş Türküler 15 Yılın Öyküsü” kitabının yayına hazırlayanları arasında yer alıyor. BGST, “45’lik Şarkılar” projesinin müzikal rejisinde de yer alan ve aynı projenin, 2006 yılında BGST Yayınları’ndan çıkan “’60’lardan ’70’lere 45’lik Şarkılar” adlı kitabının yayına hazırlanma aşamasında çalışan Çelik, uzun yıllardır Balkan&Çingene müzikleri alanıyla da yakından ilgilenmekte. Türkiye’de, Trakya, Balkan ya da Çingene müzikleri alanında faaliyet gösteren çeşitli müzisyenlerin albüm çalışmalarında vokalleriyle yer alan müzisyenin, bu alanda yayınlanmış yazı ve röportajları da mevcut. Beste ve şarkı sözü yazarlığı alanında da çalışmaları bulunan müzisyen, bugün, hazırlık çalışmalarında aktif sorumluluklar aldığı “Gayda İstanbul” adlı projenin solistliğini yapmaktadır.

Kardeş Türküler, 45’lik Şarkılar, Gayda İstanbul gibi üç farklı BGST projesinde görüyoruz Fehmiye Çelik adını. Bize, bu projelerdeki çalışma süreçlerinden biraz bahsedebilir misin?

Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunuyum. 1990 yılında üniversiteye girdim ve aynı yıllarda Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nde (BÜFK) çalışmaya başladım. Müzikle daha yakından tanışma fırsatını da kulüpte buldum. Kulüp yıllarında müziğe yaklaşım, sadece şarkı-türkü söylemekle sınırlı değildi. Arka plan çalışmaları ciddiyetle yapılırdı. Bir gösteri nasıl hazırlanır, çalışmaları nasıl yaparız, nasıl bir yöntem geliştirebiliriz, edindiğimiz deneyimleri nasıl paylaşırız gibi sorulara yanıt oluşturmaya çalışırdık ve bu konuları aslında hep kulüp ortamında öğrendik. Folklora Doğru adında, bugün de devam eden bir dergi çalışmamız söz konuydu. Bu dergide yazılarımız, söyleşilerimiz, çevirilerimiz de oluyordu.

Mezuniyetten sonraki on iki yıl boyunca farklı liselerde öğretmenlik yaptım; ama öğretmenlik yaparken bir yandan da bu çalışmalara devam ettim.

Kulüpte 1993 yılındaki gösterimizin adı Kardeş Türküler’di ve bir dans-müzik gösterisiydi. Burada başlayan bu proje, mezuniyet sonrası da BGST çatısı altında çalışmalarına devam etti. Oradaki süreçlerde kadınlar olarak bu üretim faaliyetleri içindeki ya da prodüksiyon süreçlerindeki konumlanışlarımız üzerine epey bir kafa yorduk. Çünkü dansçı ve müzisyen kadınlar olarak tüm emek-yoğun süreçlerde daima yer aldık, buna da hep özen gösterdik biz. Sadece sahne üzeri performansında değil, bütün mutfak işlerinde herkesin çok ciddi sorumlulukları vardı. Ama zaman zaman bazı eksiklerimizin olduğunu da görürdük. Mesela bir sürü arka plan çalışmada yer alıyorduk, okuyorduk, okuduklarımızı seminer olarak aktarıyorduk, yazıya dönüştürüyorduk, dergiye taşıyorduk veya bir çalışma ortamının hazırlanmasında sorumluluklar alıyorduk.  Çünkü çalışma ortamının üretime hazır bir hale getirilmesi de çok önemli; ama bazı noktalarda, mesela bir düzenlemeci kimliğiyle orada var olabilme fikri bizim için daha geç süreçlerde ortaya çıktı. Bu durumun yakıcılığını biraz geç hissettik açıkçası. Bu yöndeki çabalarımız Kardeş Türküler’in özellikle BAHAR (2005) albümünde kendini göstermişti; söz yazmak, beste yapmak, düzenleyici kimliğimizi geliştirmek gibi noktaları özellikle bu dönem zorladık. Dolayısıyla üretim alanlarımızı aynı zamanda hep bir mücadele alanı olarak gördük ve kadınlar olarak kimliğimizi bulunduğumuz alanlarda nasıl konumlandıracağımızı da tartıştık.

Benim macerama gelirsek…  Müzik çalışmalarım BGST çatısı altında devam eden Kardeş Türküler projesinden sonra, yine bir BGST projesi olan 45’lik Şarkılar ile devam etti. 45’lik Şarkılar, 60’lı, 70’li yılların muhalif müziğine odaklanmış bir çalışmaydı. O dönemler toplumsal muhalefetin yükseldiği, çok ciddi sosyal kırılmaların, siyasi darbelerin yaşandığı dönemlerdi Türkiye’de. 45’lik Şarkılar , toplumsal muhalefet ve müzik ilişkisini incelemek üzerine yürüttüğümüz bir çalışmaydı ve dönemin muhalif şarkılarını seslendirdiğimiz bir konser projesiydi. Konser esnasında zaman zaman sergilediğimiz arka plan görüntüleri bir belgesel niteliğindeydi, yani yarı belgesel bir formatı da vardı bu konserin. Arka plan çalışmalarını detaylı ve yoğun bir şekilde yürüttük. Sonra, projenin 60lardan 70lere 45’lik Şarkılar adlı kitabını çıkardık. Bu projenin arka plan çalışmalarından sahne üstü performansına ve müzikal rejiliğine kadar her aşamasında ciddi bir ekip çalışması vardır ve yoğun bir emek harcanmıştır.

Bir dönemin kadın müzisyenlerinin, o dönemin müziği içindeki varoluşları hakkında 45’lik Şarkılar kitabında bir yazı vardı. Bu yazıyı kaleme alma sürecinden bahsedebilir misin?

Her türlü cinsiyetçi yaklaşımın karşısında olan bir tavırla hareket etmek, BGST çatısı altında hazırladığımız her gösterinin temel ilkelerinden biridir. Kadın dramaturjisi, yaptığımız her işte gözettiğimiz bir noktadır. Kardeş Türküler’de de böyleydi, 45’lik Şarkılar’da da böyle oldu. Bu projede çalışan kadın müzisyenler olarak “popüler müzik ve kadın”, “kadınların popüler müzikteki konumlanışları”… gibi konular hakikaten dikkatimizi çeken konulardı. 60’lı yıllardaki kadın müzisyenlerin neredeyse hepsi sadece şarkıcı olarak karşımıza çıkıyordu. Sadece bir-iki söz yazarı bulmuştuk, biz de hemen onlarla söyleşi yaptık zaten. Fikret Şeneş mesela… Çok şükür kendisi hâlâ yaşıyor. Fikret Şeneş’in Ajda Pekkan üzerinde çok ciddi bir emeği olduğunu gördük, neredeyse Pekkan’ın seslendirdiği bütün şarkıları o yazmış ve hepsini bir kadın duruşuyla yazmış. Ayla Algan’a da Adım Kadın diye bir şarkı vermiş. Sonra Hümeyra var mesela… Elinde gitarla Âşık Veysel şarkıları söylüyormuş. Ya da Selda Bağcan… O da yine gitarıyla, bağlamasıyla ön planda olmuş ki sol muhalif alanda “kadın idol” olmak ve peşinden kitleleri sürüklemek zordur aslında. Gerçi o alanlarda nasıl bir kadın duruşu sergilediğin noktası da önemlidir. 1980 sonrasında, sol muhalefet yarattığı örgütlenme modelleri ya da kültürel ortamlar üzerine özellikle kadınlar tarafından çok ciddi eleştirilere, analizlere, değerlendirmelere tutulmuştur ki, aslında ilerici iddiaları olan sol’un da son derece erkek egemen alanlar yarattığı tespitlerinde uzlaşılmıştır. Neyse, konumuzu dağıtmayalım… Neticede o dönem ortaya çıkan kadın müzisyen figürleri bizi çok heyecanlandırıyordu, çok mutlu ediyordu. Biz de, o kadınları biraz ön plana çıkartıp, biraz ön açıcı olmak adına, “Bakın işte bu kadınlar bir yol açmışlar gerçekten. Bu kadınların peşi sıra da gidilebilir” demek istedik. Nitekim 90’ların popüler müzik ortamında bir Sezen Aksu, icracılığının yanı sıra çok iyi şarkı sözü yazarı ve besteci olarak pek çok önyargıyı da kırmıştır ve çok sayıda genç kadın müzisyene güç vermiştir aslında.

Peki, biraz da Gayda İstanbul projesinden bahsedelim. Fikir olarak çıkış noktanız neydi?

Belli bir alanda derinleşmek, uzmanlaşmak; edindiğiniz birikimleri farklı alanlara ve de genç kuşaklara aktarabilmek; örnek olabilmek; yol gösterici olabilmek gibi hedefler çok güzel; ama pratikte uygulaması çok da kolay olmayan hedeflerdir. Biz, BGST bünyesinde yürüttüğümüz çalışmalarda, ilkesel olarak bu perspektifleri sahiplenmeye ve de uygulamaya çalışıyoruz. Gayda İstanbul da, temel olarak böyle bir niyetin ürünüdür. Balkan&Roman müzikleri alanında, Kardeş Türküler projesinde yıllar içinde oluşmuş olan birikimleri de arkamıza alıp, bu alanda biraz daha derinleşelim; deneysel anlamda yeni “sound” denemelerine girelim; yeni ilişkiler kuralım, vb. hedeflerle başladık bu çalışmaya. Balkan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak bu kültürlere olan yakınlığım gerek Kardeş Türküler’de gerekse Gayda İstanbul’da formasyon anlamında önemli bir avantaj teşkil ediyor. BGST’den çalışma arkadaşım Ayhan’ın (Akkaya) ve bu projede birlikte çalıştığımız Roman müzisyenlerin de samimi katılımı ile “kolektif” bir çalışma ortamı oluşturduk ve bu proje ortaya çıktı. Henüz 3 yıllık bir geçmişi var bu projenin ve tabii ki, daha önümüzde yapacak çok iş var… Geçtiğimiz yaz, “Balkanlardan gelen hep soğuk hava olmaz a!”  dedik ve bir albümümüz çıktı. Herkes bu cümleyi, albüm adı zannediyor, “Albüm ismi çok uzun olmamış mı?” diye soruyorlar.

Peki, şarkı sözü yazımı üzerine ne söylemek istersin? Albümde söz yazımı anlamında çok değerli çalışmalar var…

Gayda İstanbul’da, Balkan&Roman müzik iklimi üzerinden kendi müzikal dilimizi geliştirmek, yapacağımız ‘yeni’ çalışmalarla bu iklime katkıda bulunmak istiyoruz. Bizim derdimiz sadece bu kültürleri görünür kılmak değil; yaşatmak aynı zamanda. Böyle olunca, yeni şeyler yapmak da çok elzem bir yerde duruyor. Bu alanda araştırmalar yapıp belli bir dramaturji oluşturmaya çalışıyor; bu dramaturji çerçevesinde doğaçlamalar yapıp yeni sözler yazmak yönünde ciddi bir uğraş veriyoruz.

Bu proje öncesinde, 45’lik Şarkılar projesinde şarkı sözü yazarlarıyla yaptığımız söyleşiler de bizim için epey açıcı olmuştur. Söyleşiler esnasında Fikret Şeneş’in evine birkaç kez gidip geldik, balkonu ve penceresi Boğaz’a bakıyor, o kadar güzel ki! Bütün Boğaz ayağının altında… Birkaç kez gidip geldiğim için sıcak bir diyolog gelişti aramızda ve bu sıcaklıktan aldığım cesaretle bir keresinde dedim ki “Oo Fikret Hanım, burda böyle boğaza karşı oturdunuz, oturdunuz, yazdınız o güzel şarkıları! Bu manzara herkesi şair eder!” Fikret Hanım da beni tatlı tatlı bir fırçaladı! Dedi ki: “Yavrum, bu eve her gelen bana aynı şakayı yapar. Oysa ben yazdığım şarkıların tek bir tanesini bile Boğaz’a bakarak yazmadım. Siz bu işleri ne zannediyorsunuz! Kolay mı? Gerçi bugün çok kolaylaştı, o da ayrı konu… Haftalarca uykusuz kalırdım şarkı sözü yazacağım diye ben. O şarkının temasıyla, şarkıyla ilgili evde yüzlerce şiir okurdum, kitap okurdum.” İşte bunları söyledi Fikret Şeneş. Mesela o Memleketim şarkısını yazarken, aylarca âşıkların, ozanların kitaplarını karıştırmış, Karacaoğlanlar okumuş, Yunus’lar okumuş. “O kadar çok okudum ki… Bu birikim, bir oturuyorsun, bir gece sabaha karşı çıkıp geliyor! Memleketim şarkısı da böyle çıktı…”

Fikret Şeneş’in dediği gibi, şarkı sözü yazmak gerçekten çok zormuş. Tabii işin içine girince görüyorsun. Şarkı sözünü hakikaten böyle oturduğun yerden yazamıyorsun, mutlaka bir temas etmek gerekiyor. Neyse ki Gayda İstanbul projesi bir alan araştırmasının ürünü. Dolayısıyla o alanda, Balkanlar’da, Trakya’da, Romanlar’da ne tür şarkı sözleri var, onları da inceleme fırsatımız oldu. Sonra o alandaki insanlarla, gerek müzisyen arkadaşlarla, gerekse “halk”tan insanlarla buluşmalar yaşamak gerekiyor. Çünkü sadece bu şekilde o insanların gündemlerine tanıklık ediyorsun. O yüzden Kâğıthane ve Sulukule’ye çok fazla gittik geldik, bugün bir sürü insan tanıyoruz orada. Ve daha rahat girebiliyoruz sokaklara, çünkü tanışmaya başlıyorsun, selamlaşmaya başlıyorsun. Oradaki insanlarla çok oturup kalkıp onlarla sık sık buluşunca ister istemez onların konuşmaları, gündelik konuşma dili içinden seçtikleri kelimeler veya sıkıntılarını anlatırken seçtikleri sözcükleri öğreniyorsun. Bunlar şarkı sözlerini yazarken etkilendiğimiz şeyler oldu. Onun için olumlu şeyler duyuyorum Gayda İstanbul’daki şarkılarımızla ilgili. Sözlerin samimi olduğunu, son derece “içerden” olduğunu söylüyorlar. Biraz da tabii içinde hissetmen gerekiyor, sahiplenmen de gerekiyor; çünkü böyle severek yapmazsan, sahiplenmezsen, ortaya samimi bir şey çıkmayabiliyor…

Peki, dil üzerine herhangi bir çalışma yaptınız mı? Sözlerin çoğu Türkçe-Romanca yazılmış. Gayda İstanbul’un resmi sitesinde de Romanca bir sözlük var.

Romanca diye bir dil var; ama tabii ki ben de bunu bu alanda çalışmaya başladığımda öğrenmiştim. Kardeş Türküle’de  Şukar Şukar şarkısı üzerine çalışırken Silivri’ye gitmiştik. Orada, Çingenece konuşuyor diye bir çocuk getirdiler, adı Volkan Balaban’dı. Ben de zannediyorum ki, Çingenece “A be n’aparsın be, sarı gaci!” tarzı cümlelerden ibaret. Sonra baktık, çocuk cidden başka bir dil konuşuyor. Çingenece varmış diye ilk ben orada öğrendim, daha önce duymamışım çünkü. Ne kadar garip değil mi? Üniversite bitirmiş bir insan olarak gitmişim oraya ve Romanca diye bir dille orada ilk kez yüzleşmişim. Ve bu insanlar İstanbul’da yaşıyorlar, farkında değiliz! İstanbul Romanları, Romanca konuşuyor. Bu dil, Rom dili, bugün Romanya’da, Macaristan’da, Yugoslavya’da, Makedonya’da, Bulgaristan’da vb. yaşayan bütün Romanlarla ortak bir dil.  Bir yandan da Romanlar, içinde yaşadıkları toplumlara hemen uyum sağlamışlar, dolayısıyla bu dil de zaman içinde o toplumun diliyle özdeşleşmiş. Makedonya’da konuşulan Romca’da mesela, hem Romca hem Makedonca sözcükler var. Buradakilerde de Türkçe var, iç içe geçmiş Türkçe ve Romca. “Romanes” diyorlar bu dile. Bandırma’da yaşayan müzisyen bir Roman abi var, nam-ı diğer Sarıköylü Tevfik Çekiç… Dili biliyor, anadiliymiş. Mesela o, Esma Redzepova’nın Romanca şarkısını dinlendiğinde anlayabiliyor. Esma Redzepova Makedonya’da yaşayan bir kadın müzisyen. Tevfik Abi, “Bazı sözleri anlamıyorum.” diyor, ama muhtemelen o sözcükler Makedonca’dan gelen sözcükler, Makedonca’yla karışmış.

Kısacası bir ortak dil var ve bu insanlar bu dili konuşuyor. Ama bir yandan da konuşamıyorlar… Neden? Çünkü bu dili konuşmak demek Çingene kimliğini de kabul etmek demek ve Çingene kimliği çok rahat sahiplenilecek bir kimlik olmadığı için bilenler, gençlere bu dili unutturmaya çalışıyorlar. Yaşlılar çok aktarmıyorlar bu dili. Mesela Gültepe’de Çoban Dayı diye bir çeribaşıyla tanışmıştım, o da aynı şeyi söylemişti. Demişti ki: “Dili bizzat unutturuyoruz çocuklarımıza, bu dili taşıyıp ne yapacaklar? Bu dil onlara hiçbir şey kazandırmayacak, hiçbir şey vermeyecek, tam tersi kaybettirecek, çünkü biz çok çekiyoruz. Çingene olmak zordur. Çingene olmak hiç kolay değildir!” İşte bu tarz düşünceleri var. Bu noktada, aslında Tevfik Abi bir istisna oluşturuyor. Yani kendisi, diğerlerinden farklı olarak Çingene kimliğiyle barışık bir insan. “Ben Çingeneyim” i çok rahat söylüyordu. Ve “keşke bu dili öğrenseler” diyordu. “Ama bir tek ben konuşuyorum. Eşim de bilmiyor, kimse bilmiyor. Kiminle konuşacağım evde? Ama bu dili yaşatmak için ben elimden gelen şeyi sunarım.” demişti. Onun için bizimle Çingenece bir söyleşi de yaptı. O süreçlerde epey bir sözcük öğretti. Ayrıca hem telaffuzu konusunda, hem yazıya geçirirken Çingenece şarkı sözlerinde de çok desteği oldu. Çünkü bir yazı dili yok Çingenece’nin. Ben yazdım; ama çoğu zaman Tevfik Abi’nin yönlendirmeleriyle hasbelkader yazdım, Tevfik Abi de bilmiyor çünkü yazının nasıl olduğunu. O söylüyor, ben de yazıyordum. Ama tabii yazıya geçirirken mutlaka bir sürü eksiği vardır; çünkü kaynak alacağımız hiçbir şey yok. 1800’lerde Alexander Paspati diye bir dilbilimci varmış. O dilbilimci, daha Osmanlı döneminde ilk Roman sözlüğünü yapmış. Ayrıca Osman Cemal Kaygılı’nın Çingeneler romanında da var bir sürü Romanca konuşmalar. Çingenelerin oturduğu, yaşadığı bir mahallede geçmiş bir olayı konu ediniyor roman. Osman Cemal de, biraz da tabi gazeteci kimliğinden gelen bir yaklaşımla, bu dilin haberini de vermek istemiş ve duyduğu diyalogları birebir romanına taşımış. O da aynen benim gibi, duyduğu haliyle yazmış. Onun için farklılıklar olabiliyor tabii. Mahalleler arasında bile farklılıklar vardı dil söz konusu olduğunda. Gültepe’deki Sulukule’dekini anlamıyor, Sulukule’deki Kâğıthane’dekini anlamıyor. Yani bir lehçe, ağız farklılığı girmiş araya. Kısacası, kullanılmayınca unutulmaya yüz tutmuş diller arasına girmiş Romanes dili. Dil demek bir yerde kimlik de demek ve bu kimlik mücadelesinin de bu ülkede gerçekten yürütülmesi gerektiği aşikâr.

Şarkı sözlerindeki “kadın ağzı” temalar hakkında neler söyleyebiliriz?

Şarkı sözlerinde, belirgin bir “kadın ağzı” yorumun hissedildiğini söyleyebiliriz. Bir kadın olarak, şarkı sözlerini kadınların ağzından yazmak çok doğal bir tercih oldu benim için. Ayrıca Gayda İstanbul’un kadın ağzı şarkılarında, gittiğimiz bölgelerde en fazla kadınlarla temas etmiş olmamızın da etkisi var. Kâğıthane şarkısının, Buçuk şarkısının sözlerini hep o şekilde ortaya çıktı. Bu şarkılar, oluşturduğumuz dramaturji çerçevesinde, aslen ayrımcılığa karşı belli bir duruşu olan şarkılar. Bu şarkılkarın kadın ağzı yazılmış olmasının da, politik olarak ayrı bir önemi var. Oğlan Oğlan geleneksel bir şarkı, ama onu da böyle bir tercih noktasından hareketle seçtik.

Albüm kapağının kartonet yazılarını da bilge bir “Çingene” kadının ağzından yazalım, dedik. Onu yazarken Roman kadınlarla sohbetlerimin mutlaka etkisi vardır; ama yine de şunu söylemeliyim: Okuduğumuz kadın romancılar da bizi çok etkiledi. Füruzan’ın -zaten kendisi de Balkan göçmenidir- kitaplarını çok severiz. İşte Bizim Rumeli diye bir araştırma kitabı var, bir de Parasız Yatılı öykü kitabında Edirne’nin Köprüleri diye bir öyküsü vardır, tavsiye ederim. O kitabın bütün öyküleri çok güzel aslında; ama bu öyküsü bizi çok etkilemiştir. Oradan bazı imgeleri, bazı sözleri kartonet yazılarındaki falcı kadının diline de yansıdı. Ya da, Elif Şafak… Çok severek okuduğumuz bir yazar. Aynı, kuşaktanız, o da çok etkiledi bu çalışmayı. Ama tabii Sait Faik’in de, Yaşar Kemal’in de, Osman Cemal Kaygılı’nın da etkisi olduğu muhakkak. Bu saydığım yazarların İstanbul’da yaşayan “ötekileştirilmişler” hakkında, “diğerleri” hakkında anlattıkları etkileyiciydi. Yazdıklarında Rumları görüyorsun, Yahudileri görüyorsun, Çingeneleri görüyorsun ve o kadar içerden, gündelik yaşamın akışı içinden yazılmış ki…

Oğlan Oğlan’dan bahsetmişken, bir röportajda şarkının homoseksüel bir içeriğinin de olduğunu söyleyerek sorular yöneltmişler sana…

Ben çok şaşırmıştım onu duyduğumda. Roll dergisi ile yaptığımız bir söyleşide “Oğlan Oğlan, gay barların vazgeçilmezidir!” dediler. Oğlan Oğlan, benim çocukluğumun şarkısıdır. Çocukluğumda annem, yengelerim, halalarım, teyzelerim kına gecelerinde, kadın ortamlarında bunu söylerlerdi, hatta annem erkek kılığına girerdi. Teatral ortamlar kurulur ya, hani seyirlik köy oyunlarında da vardır, öyle ortamlar kurulurdu. “Bu oyunları memleketten getirdik!” (memleket diye andıkları Makedonya) diyorlardı. Tabii köyde televizyon yok, radyo yok, kendi aralarında böyle eğlenceler, köy seyirlik oyunları icat etmişler. Mesela annem yüzüne sobanın isinden kara çalardı, sakal-bıyık yapardı, sonra babamın kasketini, pantolonunu, gömleğini, ceketini, giyerdi. Elinde de bir tane sopası olurdu, çoban sopası…  Sonra yengelerimden biri de gelinlik giyerdi. Aniden bir gürültü ile içeri girerlerdi bunlar, kadın ortamına. Ben de çocuğum tabii, o zaman, korkardım da biraz. Erkek kılığındaki, gelin kızı kaçırmış olurdu, ama biraz budala bir damattı, budalaca sözler ederdi, herkesi güldürürdü. Ben annemi on bir yaşında kaybettim, bu anlattıklarım dokuz on yaşları arasında gördüğüm düğünler, nişanlar, eğlence ortamları… Benim, annemi çok keyifle seyrettiğim ortamlardı bunlar ki teatral yönüm de biraz oradan geliyor. Çünkü annem oyuncu bir kadındı. Oğlan Oğlan’da da böyle: “Oğlanın elinde lüver belinde, oğlan çıkmış portaya (kapıya) donlar elinde”, “Oğlanın anası börek açamaz, oğlan gibi budala karı bulamaz” gibi sözleri var şarkının. Yani erkeği madara etme, “erkeklik karizması”nı alaşağı etme durumu var şarkının sözlerinde. Çok keyifliydi  şarkı, ben de çok eğlenirdim çocukken o şarkıda. Sonra burada, eşcinsel ortamlarda da sahiplenilen bir şarkı olmuş. Olabilir tabii, bugün bu şarkıyı sadece kadınların değil eşcinsellerin de sahiplenmiş olması güzel bir şey.

Yeri gelmişken, çalışmalarınızdaki bu teatral yönelimleri neye bağlıyorsunuz? Gayda İstanbul’da da epey bir teatral deneme var, müziğin içine yedirilmiş…

Az önce bahsettiğim gibi, gerçekten de bende aileden gelen bir tiyatroculuk var; ama özellikle 45’lik Şarkılar’dan başlayarak, sahne üzerinde kurmaya çalıştığımız müzikal dilin, farklı sanatsal disiplinlerle (edebiyat, tiyatro, fotoğraf…) içiçe geçmesine yönelik verdiğimiz uğraş, bizim de kendimize özgü bir üslup oluşturmaya başlamamızda etkili oldu diyebiliriz. Bunu yapmadığımız zaman, sanki bir şeyler eksik kalıyor, gibi geliyor bize. Bu şekilde, seyirciyle de daha farklı, daha rahat bir ilişki kurabiliyoruz. Anlatmak istediğimizi daha zengin bir şekilde anlatabiliyoruz; yaptığımız çalışmaları, daha “çokyönlü” olarak paylaşabiliyoruz… Gayda İstanbul kadrosu da bu tarz bir sahnelemeye yatkın bir kadro. Zaten Ayhan’ın da, bu format için 45’liklerden bu yana ciddi bir uğraşı var. Kemancımız Tevfik, epey teatral (!) bir kemancı Tabii, 45’liklerde daha formatın bütününe yayılan bir teatrallik vardı; Gayda’da ise, daha şarkıların içine yedirilmiş bir teatrallikten bahsedebiliriz…

Alan çalışmalarınızı, üretimlerinizi sitenizden çok detaylı bir şekilde görebiliyoruz. Gündemi çok yakından takip ediyorsunuz. Yaptığınız görüşmeleri de biraz inceleme olanağı bulduk ve bunların pek çoğu kadınlarla yapılmış. Sanıyoruz bu görüşmelerden anekdotlar da şarkı sözlerine epey yansımış.

Evet, yansıdı. Gündelik konuşmalar var o röportajlarda. Ve ilginçtir,  gazetecilerle Gayda İstanbul için yaptığımız bütün söyleşilerde, röportajları okumuş oluyorlar ve ne kadar içten olduğunu söylüyorlar. Ben çok seviniyorum kırk yıllık gazeteci gibi. Kadınlar çok samimi konuşmuşlar, çok güzel bir şey bu, ama bu biraz da onlarla oturup kalkmakla oluyor şüphesiz. Yani gazeteci kimliği ile gitsen belki bu kadar rahat konuşmazlar, ama dostça gidince paylaşım daha farklı oluyor. Bir de kadın olmanın da etkisi var tabii, kadın kadına sohbette daha rahat ediyorsun sonuçta.

Bizim de katıldığımız 8 Mart gösterilerinde bu görüşmelerin videolarından da yararlanıldığı için okurken çok etkilendik. Oralarda derleme yapma gibi bir durum oldu mu?

Çok fazla olmadı aslında, çünkü genelde popüler şarkılar ya da sanat müziği diye tabir edilen şarkılar söylüyorlardı. Onun için oralarda pek derleme imkânı bulamadık. Ama gündemlerini paylaşmak ve bu projeye de taşıyabilmek açısından çok faydalı oldu.

Gündemden bahsedince; İstanbul’da pek çok insanın yerinden edilmesi ile bir sorun olarak gündeme gelen kentsel dönüşüm projeleri ve son dönemde bu sorunu çözmek adına geliştirilen alternatif projelerle ilgili Gayda İstanbul’un bir duruşu var. Sen bu konuda ne diyebilirsin?

Çok büyük mağduriyetler yaşandı gerçekten, çok enteresan hayatlara da tanıklık ettik biz bu çalışmada. Mesela Kâğıthane’de kâğıt toplayan ya da çöplerden atık toplayan kadınlarla oturduk konuştuk. Biri kırk yedi yaşındaydı ve işe yedi yaşında başlamış. Kırk yıldır her sabah -sabah da değil aslında herhalde gece yarısı demek lazım-  sabaha karşı 04.00’te yollara düşüyorlar, çünkü çöpler toplanıyor 06.00’ya doğru. Çöpler toplanmadan, sokakları tek tek dolaşmaları lazım. Kırk yıldır, her sabah, kış yaz hiç fark etmiyor. Üstündeki ve evindeki her şey çöptendi. İnanılmaz bir hayat… Ve gerçekten ben o kadınların hayatlarının etkisinden günlerce çıkamamıştım. Ellerinin görüntüsü mesela… Ben diyordum, “Böyle mikrop kapmıyor musunuz abla?”, “Yok be ablacım, eve geliyoruz, bir kolonya tamam, mis gibi.” diyorlardı.  Bir de çocukları vardı. Yaptıkları işe “mal’a gitmek” diyorlardı ve kendi aralarında bir dayanışma ağı kurmuşlardı.

Onlar için ev, ölmek için. “Evde oturan ölür” diye bir lafları da var. Yani biri eve, ölmek için girer, hayat dışarıda. Oturup dinleneceklerse de bahçede oturacaklar, sokakta oturacaklar… Cidden yaz kış oturuyorlar dışarıda. Eve uyumaya giriyorlar. “Apartman dairesi bizi bunaltıyor. Hadi girdik apartmana, ben hayatımı çöpten kazanıyorum. Bizi bu kıyafetlerle apartmandan içeriye alacaklar mı? Almazlar. Zaten ben o apartmanın aidatını nasıl ödeyeceğim? Şimdi benim cebimde beş kuruş yok. Ama birazdan çöpe gideceğim, satacağım o kâğıtları, yirmi lira getireceğim. Sonra o yirmi lirayla bu akşamı kurtardık.” diyorlardı. “Günü birlik” bir yaşam… Kendi aralarında bir dayanışma ekonomisi de kurmuşlar. Mesela kadınlara nasıl geçiniyorsun diye sorunca, “Günde iki liralık peynir alıyorum,  üç liralık zeytin alıyorum.” diyor. Küçücük bakkalları var, bakkal da onlarla dayanışma içinde, markete girse böyle bir şey olamayacak. Bir de kadınlar bir dönem Sulukule’de “devriye evi” denen eğlence evlerinde bayağı bir geçim kaynağı oluşturmuşlar. Oralarda hanendelik yapıyorlar, şarkı söylüyorlar ya da çengi olarak oynuyorlar. Cümbüş çalıyorlar, darbuka çalıyorlar, hizmet ediyorlar ortalığa… Devriye evlerinin kapatılmasından sonra ciddi olarak çökmüşler. Bu alanlar yavaş yavaş kapanmış. Önce devriye evleri kapatılmış, mahalle kentsel dönüşüm alanına alınmış. Şimdi evler yıkılacak ve onlara da Taşoluk’ta bir yapı verilecek, orada oturacaklar, ama Taşoluk kendi mahallelerine çok uzak. Tanımadıkları insanlarla bir arada olacaklar ve zaten o oturdukları apartmanın da geri ödemesini yapamayacaklar, çünkü işleri ellerinden alınmış durumda. Onun için çok ciddi mağduriyetler var, sosyal devlet olmadığımız ortada. Bir yeşil kart bile alamayacak durumdaydılar, öylesine terk edilmiş, unutulmuş, kimsenin görmediği kadınlar… Bunlardan ayrı, Sulukule’de bir de şu var: Evet kendi aralarında böyle bir dayanışma var, düşkünün yoksulun halinden anlama durumu var; ama kendi aralarında da bir sınıf yaratmışlar, bizim için çok ilgi çekiciydi bu. Kâğıthanedekilere “çadır Çingenesi” diyorlar ve onlar çöpçü diye aşağılıyorlar. Veya Taksim’deki çiçekçiye, “O çiçekçi, biz çiçekçi değiliz, biz sanatçıyız, biz müzisyeniz.” diyorlar. Mesela orada uzun bir zaman gazinolarda dansöz olarak çalışmış, şimdi yaşlanmış, ama çok güzel bir Roman kadınla muhabbet ettik, arkadaş olduk. Ona, “Bizim Çiçekçi diye bir şarkımız var, şöyle “çiçeklerim var, begonyalarım var, güllerim var, sümbüllerim var” diye bir bağırabilir misin?” dedik, çünkü tipik bir Roman sesi vardı kadında. “Yok, ben öyle bağırmam, ben çiçekçi değilim. Ayıp olur.” dedi. Kendi aralarında böyle bir sınıf yaratmışlar yani.

Devriye evlerinden, Çingene kadınların cümbüş, darbuka vb. çaldıklarından bahsettin; ama şu an bizim bildiğimiz Roman müzisyenler arasında hiç kadın enstrümancı yok gibi. Sanıyoruz şarkı söylüyorlar sadece?

Evet, kadınlar her yerde çoğunlukla  solist ya da çengi, yani dansçı. Onu aslında biz kendi aramızda da FKÇ’li müzisyen kadınlar olarak zorlamaya çalışıyoruz. Enstrümancı yetiştirmek çok önemli. Burada da, özellikle Roman kadınları arasında kadın ortamlarında -çünkü erkeklerin giremediği ortamlar, bu ortamlar- çalgıcılık etmeyi zorlayıp kendisini geliştirmiş kadınlar var. Bayağı kemancı, cümbüşçü, defçi, daireci, darbukacı kadınlar var aslında. Geçim derdi burada gerçekten belirleyici oluyor. Ama Balkanlarda enstrümancı kadınların varlığından çok da fazla söz edemeyiz. Bu anlamda Esma Redzepova’nın besteci kimliği ve söz yazarlığı çok önemli. Hatta 60’lardan bu yana yapmış olduğu besteler, Türkiye’de popüler müzik alanında da üstüne Türkçe sözler yazılarak söylenmiştir. Ajda Pekkan, Esma Redzepova’nın bir sürü bestesini Fikret Şeneş’in söz yazarlığı ile seslendirmiş. Geldiğinde bir söyleşi yapmıştık Esma Redzepova’yla, şarkılarının Türkiye’de de seslendirildiğini duyunca büyük keyif aldı. Esma Redzepova gibi kadınlar var; ama enstrümancı çok fazla yok. Bizim aramızda da yok aslında. Bu noktayı biraz geliştirmek gerekiyor.