İki Tutam Saç – Dersim’in Kayıp Kızları üzerine Nezahat Gündoğan ile Söyleşi
İki Tutam Saç – Dersim’in Kayıp Kızları üzerine Nezahat Gündoğan ile Söyleşi
Elif Bozgan, Öykü Tümer & Senem Kara
BÜKAK olarak 2009 güz döneminde yaptığımız okuma çalışmasında Türk modernleşme politikalarının bu coğrafyada yaşayan kadınları hangi alanlardan ve hangi söylemlerle “medenileştirmeye’’, tabiri caizse “ehlileştirmeye’’ çalıştığını merkezimize aldık. Nezahat ve Kazım Gündoğan’ın ikinci belgesel çalışması olan İki Tutam Saç- Dersim’in Kayıp Kızları’na bu çalışma sürecinde rastladık. Belgesele konu olan hikâye ve politikaları daha önce hiç bilmiyorduk. Şimdiye kadar okuduklarımız ve bu alanda yapılan feminist çalışmaların büyük çoğunluğu çocuklara ya da annelere yönelik eğitim politikaları üzerinden gidiyordu. Bu belgeselde ise kadınlara ve aileye yönelik uygulanan farklı bir devlet politikasıyla karşılaşıyorduk. Belgesel, Dersim tarihinin tekrardan yazılmaya çalışıldığı şu süreçte, Dersim’de yaşayan ve başka yerlere sürülmüş insanlarla yapılan bir sözlü tarih çalışmasının kız çocukları ve kadınlar üzerinden ne gibi politikalar üretilip uygulandığını anlamamızı sağladı. Bu politikaların, hem bunların birebir uygulandığı insanları hem de Dersim’i – ve belki de bu coğrafyada yaşayan herkesi- nasıl etkilediği konusunda yeni sorular sormamızı sağlayacağını düşündük. Bu sebeple belgeselin gösterime girmesini beklemeden Nezahat Gündoğan ile İki Tutam Saç- Dersim’in Kayıp Kızları belgesel çalışması üzerine bir söyleşi yapmak istedik.
İki Tutam Saç – Dersimin Kayıp Kızları belgeseli 1938 Dersim katliamı sonrası ailesi ölen, öldürülen ve ailelerinden zorla alınıp devlet tarafından yüksek rütbeli askerlere “evlatlık’’ verilen kız çocuklarının hayatlarını konu alıyor. Katliamın çocuk tanıkları geçen yetmiş iki senenin ardından bugünden geçmişi, yaşadıklarını anlatıyorlar. Nezahat Gündoğan ile konuştukça anlıyoruz ki bugün Kürt kız çocuklarına “Haydi Kızlar Okula” diyerek eğitim yoluyla uygulanmaya çalışılan politika yetmiş iki sene önce katliamın çocuklarına uygulanmak istenen politikadan farklı değil. Bu politikalara “amaçlanan ne”, “bu politikaların sonuçları neler” gibi şüpheci sorularla yaklaştığımızda bambaşka süreçlerle karşı-
laşabiliyoruz. Bu politikaların amaçlarını kız çocukları üzerinden düşündüğümüzde, bunlardan birinin “Türk” kültürünü öğrenmiş kız çocuklarını, yarının annelerini, medeniyetin taşıyıcılarını yetiştirmek ya da günün moda deyişiyle onları “topluma kazandırmak” olduğu aşikâr. Bir diğeri ise egemen tarih yazımı, egemen kültür içerisinde “öteki” tarihleri, “öteki” kimlikleri, kültürleri yok saymak, unutturmak. Bu boyutuyla, bu politikaların sadece belirli bir mekân ve zamanı etkilemediğini görmemiz gerekiyor. Dersim’de kız çocuklarına yapılanlar sadece Dersim’i ve 1938 yılını değil, tüm bu coğrafyayı ve bugünü de belirliyor. Bugün “taş atan çocuklar” olarak bilinen hapisteki binlerce Kürt çocuğa yönelik şiddeti, Dersim’in kayıp kızlarını unutarak anlamlandırabilir miyiz?
Nezahat Gündoğan İki Tutam Saç– Dersimin Kayıp Kızları belgeselinde, alışılmışın dışında, siyaset dilinin içine sinmiş “vatan”, “bayrak” gibi kavramları bir yana bırakıyor. Dersim’den zorla koparılan kadınlar yaşamlarını kendi dilleriyle ve kelimeleri ile anlattıkça “katliam”, “militarizm”, “savaş” gibi kavramlar ete kemiğe bürünüyor. Yıllar önce evlatlık verilen ama asla “evlat” olarak görülmeyen bugün en küçüğü yetmiş beş yaşında olan kadınlardan kendi hikâyelerini duymak belki de Dersim’de yaşanan acıları anlamak için en etkileyici yollardan biri.
Nezahat Gündoğan, üç yıl süren çalışmasında seneler evvel kül-
türlerinden koparılıp evlatlık verilen kız çocuklarının hikâyelerini anlatabilmek amacıyla Dersim’in farklı köylerinden insanlarla görüşüyor. Her biri kendi başına biricik olan bu hikâyeler bir bütün içinde bakıldığında büyük resimde ne tür politikaların uygulandığına işaret ediyor. Biz de bu belgeselin geniş bir kesime ulaşmasını temenni ediyoruz. Neredeyse kadınların kendilerinin dahi unuttuğu bu hikâyelerinin bilinmesinin getireceği değişime inanarak…
BÜKAK: Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Nezahat Gündoğan: Ailem Dersimli ama Erzincan’da yaşıyorlardı. Ben beş yaşındayken Erzincan’dan İstanbul’a göç ettik. Bahçelievler civarında oturduk. İstanbul’da okudum. Trakya Üniversitesi Mimarlık Bölümü’ne gittim. Politik mücadeleden dolayı daha sonra okulu bıraktım. Siyasal mücadele vermenin bedelleri ağır, hemen hapis yolları gözüküyor. Eşimle beraber hapishaneye 1996 yılında girdik. Demokratik hak arama mücadelesine en tahammülsüz oldukları dönemdi. Farklı cezaevlerinde kaldık; Ümraniye, Bay-
rampaşa, Kartal… 19 Aralık meşhur “Hayata Dönüş” operasyonları olarak ifade edilen katliam sırasında da Ümraniye’deydik. 2001’de ölüm oruçlarından sonra tahliye oldum. İlk tahliye olan ölüm orucu ekibindeydim. Çıktıktan sonra bir tedavi, adapte olma sürecinden sonra sinemayla ilişkim başladı. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın -bizim tedavimizi onlar üstlenmişti- düzenlediği kursta sinemayla tanışmış oldum.
Dersim’in Kayıp Kızları fikri nasıl ortaya çıktı, belgeselinizin genel konusu nedir?
İlk çalışmamız Munzur Akmazsa Dersim’in barajlarını konu alan bir film. Genel olarak bu tür ekonomik yatırımların bir bölgeye neler getirdiğini incelerken doğal olarak o bölgenin geçmişine de bakmanız gerekiyor. Bu tür yatırımlar bölgenin geleceğine dair sorunlar yarattığı gibi geçmişiyle de bağını koparabiliyor. Dersimli olmamızın ve yürüttüğümüz bu belgesel çalışmasının etkisiyle, Dersim’i tarihsel boyutuyla da irdelememiz gerektiği sonucuna vardık. ‘38 kat-
liamından tesadüf sonucu sağ kalanların izini sürdük, onlarla görüştük. Sözlü tarih çalışması yaptık. Genel anlamda Dersimli pek çok ailenin o harekât sürecinde birçok yakınının kayıp olduğunu, özellikle kız çocuklarının kayıp olduğunu biliyorduk. Bu çalışmanın özelinde de Dersim’in Kayıp Kızları’nın, evlatlık verilen, anneleri babaları öldürülen ya da anne ve babalarından zorla alınan kız çocuklarının öykülerinin izini sürdük. O izlerin peşindeyiz hâlâ. Biz araştırdıkça yeni yeni öyküler yeni yeni dramlar ortaya çıkıyor. Onlar da derinleşiyor. Bir yanıyla kendimizi şanslı hissediyoruz çünkü en azından tanıkları ve mağdurları bulup görüşebiliyoruz.
Belgeseli bireysel olarak mı çektiniz yoksa kolektif bir çalışmanın ürünü mü? Mali olarak destek aldınız mı?
İki kişiyiz. Ben ve eşim Kazım Gündoğan. Herhangi bir kurumdan mali destek almadık. Bağımsız bir çalışma yürüttük. Tek tek kişilerin gönüllü destekleri oldu. Ama aslen bizim var olan olanaklarımızı buraya aktarmamızla gerçekleşti. Bir de Dersimliler’in çok misafirperver olması, bizim de mütevazı bir çalışma yürütüyor oluşumuz işimizi kolaylaştırdı. Biz de var olan koşulları çok önemsemedik. 1994’ten sonra Dersim’in birçok köyü yakılmış ve boşaltılmış durumda olduğu için köyler, yollar eskisi gibi değildi. Fakat konu çok ciddi ve tarihi bir konu olduğu için engeller çalışmanın gidişatında çok da belirleyici olmadı.
Görüşme yaptığınız insanlara ve belgelere nasıl ulaştınız, bize biraz belgeselin ön-yapım aşamasından bahseder misiniz?
Belgelere ve kişilere tamamen kendi çabamızla ulaştık. Devletin herhangi bir kurumunun bu konuda sunduğu bir belge yok maalesef. Kişilerin üç yıl boyunca tek tek izini sürdük. Bir yerden bir şey duyuyoruz o şehre gidiyoruz ve olayın gerçekliğini tespit ediyoruz.
Bizim en büyük avantajımız alan çalışması yapıyor oluşumuz ve Dersimli oluşumuzdu. Alana girdiğinizde bir şekilde yeni bilgilere ulaşıyorsunuz. Biz Dersim’de kaldık. Köy köy dolaştık. Evlatlık verilme olayının en yoğun olduğu Hozat ve Ovacık bölgesinde kaldık. En ufak bilgiyi atlamadan kaydettik, başka bilgilerle bütünleştirip yorumladık.
Sizin için özellikle Dersim ve katliam sonrası evlatlık verilen kız çocukları hakkında belgesel çekmek, bunu insanlarla paylaşmak neden önemliydi?
Her dönemde her ülkede ulus- devlet kurma süreçlerinde olsun savaş dönemlerinde olsun o süreçlerin en büyük mağdurları kadınlar ve çocuklardır. Bu nedenle de çocukların öykülerini özel olarak araştırdık. Görüşme yaptığımız kadınları tek tek araştırarak bulduk ve bugüne kadar yetmişe yakın çocuğun öyküsünü öğrendik. Aslında yüzlerle ifade edilebilecek sayıda ama biz yetmişinin öyküsünü öğrendik. Her gün de yenileri ortaya çıkıyor. Bu çocukları aileleri kayıp biliyor ama onlar aslında kayıp değil. Bu çocuklara devlet tarafından el koyulmuş. Daha sonra subaylara pay edilmişler. Niye, hangi mantığın sonucu, hangi politikanın sonucu bu kızlar pay edildi? Bu kızlar Dersim’den sonra neler yaşadılar, ailelerini bulanlar daha sonra ne gibi sorunlarla karşılaştılar? Bütün bu soruların der-
diyle çekmeye başladık belgeseli.
Bu kızların öykülerini anlatırken istedik ki tarihsel süreci aydınlatmada yazılanların, çizilenlerin dışında insan öykülerine de kulak verelim. Bu öykülerin çok öğretici olduğunu düşünüyoruz. Daha farklı bir gözden sorgulama getireceğini düşüyoruz. Diğer yanıyla da vatan, ulus, millet, devlet, bayrak gibi kavramlar çok kutsanıp öne çıkarılırken insan, insan yaşamı gibi kavramlar gölgede bırakılır ya da hiçe sayılır. Biz de bu kavramların gölgesinde kalan insanı, insan öyküsünü açığa çıkaralım ve bazı şeyleri bu doğrultuda tartışalım istedik. Birçok kişinin, buna Dersimliler’in önemli bir kesimi de dahil, kendi tarihini yeterince bilmediğini düşünüyoruz. Bu öykülerin bilinmemesi aslında olayın rengini de çok değiştiriyor.
Gerçekten bilinmiyor mu? Bu tarz hikâyeler anneden kızlara, komşudan komşuya sözlü olarak aktarılan şeyler…
Kast ettiğim tek tek öykülerin bilinmesi değil, bu öykülerin bütünlüklü olarak daha iyi yorumlanması. Büyük bir suskunluk içerisinde acıları yoğurarak aktarılagelmiş hikâyeler. Ben kendi çocuğumun derdini biliyorum, siz kendi çocuğunuzun acısını biliyorsunuz ama ortada çok daha vahim bir şey var. Sistemli uygulanan bir politika var.
Bir röportajınızda görüşme yaptığınız kadınların her birinin kendine özgü, ayrı bir hikâye olduğunu söylüyorsunuz. Sizi bu hikâyeler içinde en çok etkileyen ne oldu?
1938 tanıklarıyla röportaj yaptığımızda, özelde de evlatlık verilen kızları sorduğumuzda bize şöyle bir hikâye anlattılar: Köye o dönem bir karakol kurulmuş. Harekat sırasında annesinin kucağından iki kız çocuğu zorla alınıyor ve anne baba öldürülüyor. Bu kızları Mehmet Ali Çavuş alıyor. Köylüler anlattı: Mehmet Ali Çavuş’un yanında Dersimli sekiz dokuz yaşlarında iki kız çocuğu var ve onları hiç kimseyle konuşturmuyor. Bu çocuklardan birinin adını Büyük Kurtuluş diğerinin adını Küçük Kurtuluş koymuş. Sonra karakol oradan taşınınca, köydekiler çocuklarının akıbetini öğrenememişler. Biz araştırdık ve onların izini Niğde’de bulduk. Büyük Kurtuluş ölmüş ama Küçük Kurtuluş dedikleri yaşıyordu. O da aynı köydekiler gibi anlattı hikâyesini. Çavuş kimseyle konuşmaya-
caksınız, kimseye aslınızı söylemeyecekseniz, kimseye de aslını sormayacaksınız demiş. Zaten o sırada sadece Zazaca biliyorlar, başka dil bilmiyorlar. Bugün o teyze ekmek gibi temel kelimeler dışında Zazaca bilmiyor.
Diğer bir hikâye de Bursa’da bulduğumuz 1938’i yaşamış bir teyzeydi. İlk önce amca çocuğuyla röportaj yaptık. Teyzeye de öyle ulaştık zaten. Gerçek adı İntizar iken İkbal yapılıyor. Altı yaşlarında falan Dersim Ovacık’ta babasını doğmadan kaybediyor. Annesi de daha sonra başkasıyla evleniyor. Amcalarında kalıyor, sonra amca da ölüyor yengeyle kalıyor, bu sırada 38 harekâtı oluyor. O arada yenge bir tarafa çocuk bir tarafa düşüyor, çocuk tek kalıyor. Balıkesir’e gönderiliyor. Orada evli hali vakti yerinde üç çocuğu olan bir karakol komutanı çocuğu yanına alıyor. Komutan kıza Erzurumlu halasının kızı olduğunu, Erzincan depremi olduğunda ailesini kaybettiğini ve ona kendilerinin baktığını söylüyor. Evlendikten sonra Bursa’ya gidiyor bu kadın. Kadın yıllarca bu yalanı gerçek biliyor, böyle yaşıyor, böyle büyüyor, ta ki 2000’li yıllara kadar. Bir gün çocukları ve torunlarıyla sohbet ederken geçmişe dair şunu anlatıyor: “Bir gün ben Balıkesir’de çeşmeye giderken okuldan çıkmış, ağlayan çocuklarla karşılaştım. Niye ağlıyorsunuz deyince ‘Duymadın mı Atatürk öldü.’ dediler.” Kadının çocukları şaşırıyor: “Anne nasıl olur? Sen Erzincan depreminde buraya geldiysen deprem ‘39’da oldu. Atatürk ise ‘38’de öldü. Yani ‘38’de nasıl burada oluyorsun? ‘38’de gelişin doğru değil o zaman” diyorlar. Kütüklere giriyorlar. Kadının kızlık soyadına ulaşıyorlar. Bursa’da Dersimli bir kıza “Şu soyadlı birini tanıyor musun?” diye soruyorlar. “Evet.” diyor kız. Bunun üzerine bu teyzenin amcaoğluna ulaşıyorlar. Bir araya geliyorlar. Amcaoğlu Alevi Kürt ama evlat edinilen teyze Sünni Türk olmuş. İlk karşılaştıklarında kadın amcaoğluna el vermiyor çünkü hacca gitmiş.
Bu kayıp kızların akrabaları o dönemde neler yapmışlar? Buna dair ulaşabildiğiniz bilgiler var mı?
Şöyle bir örnek vereyim; 1938’de Manisa’ya sürgüne gönderildikten sonra filmimize de konu olan bir aile çocuklarını aramaya hep devam ediyor çünkü biliyorlar ki en son tanıklara, anlatılanlara göre kız devletin elinde. Olayları öğrenmek için dilekçe yazıyorlar genelkurmaya, çocuklarımızın nerede olduğunu öğrenmek istiyoruz diye. 1942’de bunlara bir cevap geliyor -ki bu önemli bir belgedir bizim açımızdan- “Çocuklarınız İstanbul’da Yarbay Münip Yılmaztürk’ün nezaretindedir. Görev yeri Zonguldak’tır.” O dönemde sürgünlerin yerleştirildikleri bölgeden ayrılmaları için kaymakamlıktan izin verilmesi gerekiyor. O elimizdeki belge hem izin belgesi hem de çocukların nerede olduğuna dair bir belgedir. Dolayısıyla bu olay bize şunu gösteriyor ki bu insanlar çocuklarını hep aramışlar. İkincisi bu belge de gösteriyor ki aslında bu çocuklar devlet tarafından kayıt altına alınmış.
Erkek çocuklar için de geçerli mi bu uygulama?
Erkek çocuklarından anneleri babaları öldürülenleri genelde yurtlara, öksüzler yurduna, veriyorlar. Bizim karşılaştığımız örneklerden orada evlatlık alınan varsa eğer halktan birisi alıyor. Gerçekten çocuğu olmadığı için alanlar var. Ama kız çocukları doğrudan subayların yanına veriliyor.
Neden peki?
Bunu biz de çok sorduk. Bir anlatılanlardan, ikincisi o dönem politikaları üzerine yazılanlardan anlamaya çalıştık bu sorunun cevabını. Evlatlık verilmenin temel mantığı neydi, nelerle karşılaştı bu insanlar? Çok önemli yanlardan biri de oradaki yatılı kız enstitüleri. Elazığ Kız Enstitüsü mesela… Bunun mantığına baktığımızda şunu görüyoruz: Katliamdan sonra hâlâ bir grup Dersimli orada yaşamaya devam ediyor; onların kız çocukları da önce jandarma zoruyla toplanıyor ve bu okullarda yatılı kalıyorlar; yazları tekrar evlerine dönüyorlar. Şimdi o dönemin eğitim anlayışına baktığımızda, bu çocukları Türk kültürüne kazandırmanın amaçlandığı ortaya çıkıyor ve bu kızların köylerine döndüğünde edindikleri kültürü orada yayacakları düşünülüyor. Bu çocuklar o okuldan döndükten sonra Kürtçe konuşanları aşağılıyorlar çünkü Türkçe konuşmak “medeniyet” olarak öğretiliyor çocuklara. Türk kadın tipini oluşturmaya çalışıyorlar. Çok önemli bir söz vardır: “Türk ulusunun yaratılmasında temel birimlerden biri ailedir. Ailede de kadın çok önemlidir. Biz yeni nesil kızları Türk kimliği ile yetiştirirsek bundan sonraki kuşaklar da Türk olarak yetişecektir.” Yani, kadını eğitirsek onlar da Dersim’de etkili olur. Bu çocukların bir kısmını bu okullara gönderiyorlar. Bu yasal yanı. Bir de yasadışı yanı var bu da bunların o savaşa katılan, o savaşı yöneten subaylara savaş ganimeti olaraktan pay edilmesidir.
Evlatlık verilen kız çocuklarına karşı bir sahiplenme yok anlattığınız kadarıyla, buradaki tavır nasıl, “işe koşturma” gibi bir anlayış mı var?
Evlatlık kavramı, ya hukuksal haklardan yararlandırmak için kendi nüfusuna geçirilen ya da hizmetinden yararlanmak için alınan çocukları tanımlar. Bu çocuklara baktığımızda, en azından bizim öykülerini öğrendiğimiz çocukların hiçbiri bu asker ailelerinin kütüğüne geçirilmiyor, ailenin soyadını almıyor. Hukuksal hiçbir haktan yararlanmıyor çünkü bu aileler bu çocukları evlatları olmadığı için almıyorlar. Bu, devletin politikası olarak belirlenmiş. Hatta bu çocuklar evlere gönderildiğinde evin hanımı bile meseleyi tam olarak bilmiyor. Özellikle de evin hanımıyla çok ciddi sorunlar yaşıyorlar. Ciddi baskılar yaşıyorlar ve bunu daha çok kadınlardan görüyorlar. Dövülmeler, hakaretler, aşağılanmalar… Çocuklar dil konusunda çok ciddi baskılara maruz kalıyorlar. İnanç konusunda da aynı şekilde. Dilleri, inançları tamamen değiştiriliyor. Taciz, yaşanan olaylarda çok belirgin ortak özelliklerden birisi…
Bunları anlattılar mı size?
Tabii ki. Çocuklar Türkçe bilmiyor ve iletişim sorunu yaşıyorlar. Bu kadınlardan bir tanesi anlatıyor: “Evin hanımı ‘bana pembe elbisemi getir’ dediğinde ben pembenin ne renk olduğunu bilmiyordum. Başka bir şey götürüyordum. Sırf bunun için dayak yiyordum.” Ya da başka bir kadın anlatıyor: “Beni bir hafta banyoya kitlerdi, yanıma sadece su ve ekmek verirdi ve döverdi beni.” Evlatlık gittiği evdeki kadın, psikolojik sorunları da olan bir kadın sanırım, kendisini öteki gördüğü için, Kürt olduğu için dövermiş. Zaten bu çocukların büyük bir çoğunluğu bu kötü muamelelerden dolayı evden kaçıyorlar.
Peki, bu askerlerin bu çocukları evlatlık olarak almaları zorunlu bir uygulama mı?
Tabii ki devlet politikası olarak almak zorundalar. Askerin kendi karısının mesela haberi yok, seçme hakkı yok. Çocuk evine geliyor, kalıyor. Onunla uyum sağlar sağlamaz, kimsenin umurunda değil. Oradaki ideolojik nedenler bir yana, kendi iradesi dışında gelişmiş olaylar.
Çocukların verildiği asker aileleri ile görüştünüz mü peki hiç, onlar neler anlattılar?
Bir tanesiyle görüştük. Tabii ki, evlat edinen askerlerle değil onların çocukları ile görüştük. Görüşme nedenimiz de çocuğu evlat edinen askerin insani yönü biraz daha ağır basarak çocuğu almış olması. İnsanlar katledildikten sonra ölülerin arasında bir çocukmuş aldığı; acımış ve almış. Nitekim sonrasında gerçek ailesini bulması konusunda çok çabası olmuş. Gerçek ailesini bulmuş ve vermiş çocuğu 50’li yılların başında. Görüşme yaptığımız askerin oğlu şunları ifade etmişti: “Sanmayın ki sadece katliama maruz kalanların aileleri bu travmaya maruz kaldı. Biz de o katliamı yapan babaların çocukları olarak o travmayı yaşadık. Babam her gün anlatırdı o uygulamaları ve ağlardı. Hatta notlar tutmuş, fotoğrafları vardı. Annemin psikolojisi de bozulmuştu. Bir gün annem cinnet geçirdi o fotoğrafların hepsini sobaya attı ‘Hem yapıyorsunuz hem de bunun belgelerini saklıyorsunuz’ diye.” Hepsinin psikolojisi bozulmuş. Bunu bize anlatan kişi anlatırken ağladı zaten. “Babam çoluk çocuk nasıl katledildiğini, yakıldıklarını, kurşuna dizilerek öldürüldüklerini bize anlatıyordu” dedi.
Bu devletin bilinçli bir politikasıydı ve genelde kadınlara yönelik bir politikaydı. Peki, bu kadınlar geçmişlerini hakikaten tamamen silip asimile olmuşlar mı? Evlat verme politikası başarılı olmuş mu?
Şöyle söylemek lazım; kanserli bir medeniyet ortaya çıkmış. Zaten medeniyet diye tanımlanan şey Türkleştirmek. Mesele bu. Medeniyet denilen insanların ileri görüşlü, çağdaş, bilimsel düşünmesi falan değil, tabii ki Türkleştirme merkezli bir yaklaşım. Dolayısıyla durumlarını şöyle kategorize edebiliriz: Birincisi çok küçük yaşta alınanlar doğal olarak daha çabuk asimile olmuşlar. Bunların içinde de bir kısmı kendi çabaları ya da ailelerinin çabası ile ailelerini buluyorlar. Eğer katliamdan kısa bir süre sonra bulmuşsa ailesini, yeniden kendi kültürüne dönebiliyor. Ama daha fazla zaman geçmişse bu uygulanan politikaların sonuçları onarılmaz oluyor. Mesela Türkleştirilmişler, Sünnileştirilmişler. Hacca gidiyorlar, tarikat üyesi olanlar var. Hatta bu evlatlık verilen kadınların çocukları içinde aşırı milliyetçi olanlar var.
Görüşme yapılan kadınların yaşları en az yetmiş sanıyoruz. Bunca yıldan sonra bu kadınlar için geçmişe dönmek ve tüm yaşam hikâyelerini anlatmak onları nasıl etkiliyor? Kendileri, hikâyelerini nasıl görüyorlar, hangi kelimelerle anlatıyorlar?
Görüşme yaptığımız teyzelerden biri Türkleşmiş, Sünnileşmiş ama altmış beş yıl sonra ilk defa çocuklarına anlattığında “Ben Dersimliyim” diyor. Sadece birkaç şey hatırlıyor; dedesinin ve köyünün adını o kadar. Çocuklarına diyor ki: “Eğer ben ölürsem Elazığ yolundan Tunceli arabaları geçer, bu yolun kenarına gömün beni.” Ama aslında tamamen Sünni ve Türk olmuş.
Tamamen her şeyi silemiyorlar. Altmış beş yıl sonra bile gerçek kimliğinin peşine düşüyor bu insanlar. Çocukluk anılarının, geçmişinin peşine düşüyorlar. Bunun anlaşılması için katliamın boyutunun iyi anlaşılması gerekiyor.
Sizinle görüşmeyi kabul etmeyenler oldu mu?
Bulduğumuz ama bizimle görüşmeyi reddedenler oldu. Bunların görüşmek istememesinin bir nedeni de yaşadıkları çok yoğun travmanın etkisi diye düşünüyoruz. Üstünü örtme, kapatma, bir daha konuşmama eğilimi var. Diğer yanıyla da asimilasyon politikasının ciddi etkisini görüyoruz bu insanlarda, çünkü yetiştikleri kültür o. Sürece bakışı da bulunduğu ortamın bakışına uygun olarak değiştiriyor.
Bir yandan Kürt açılımı tartışmaları var, sonra birden Onur Öymen’in Dersim ile ilgili yaptığı açıklama geliyor. Aslında nasıl olduğunu kimsenin tam olarak tanımlayamadığı bir süreçten geçerken, bugünkü siyasi koşulda nereye denk düşüyor sizin belgeseliniz?
Biz üç yıldır bu çalışmayı yapıyoruz. Açılım sürecine denk gelmesi tesadüf oldu, iyi ki de oldu. Bugün gerek Kürt açılımı gerek diğer demokratikleşme çabaları, birileri Dersim ile ilgili kitap yazıyor ya da film yapıyor ya da bir makale yazıyor diye de ortaya çıkıyor, gelişiyor. Bizim çabamızın da bu süreçleri etkileyen faktörlerden biri olduğunu düşünüyoruz. Geçen senenin Eylül ayında Sabah gazetesi benimle röportaj yaptı ve manşetten verdi. İlk defa Dersim meselesi ve Dersim’in Kayıp Kızları manşetten bir haber olarak yer aldı. Bu ciddi bir etki yarattı. Onur Öymen hatırlarsınız açılıma dair konuşurken “Dersim’de de analar ağlamadı mı?” diyerek örnek verdi. Onur Öymen’e bu örneği verdiren de, Başbakan’a “Dersim katliamı” dedirten de bizim bu çalışmamızın yarattığı etkiydi. Onur Öymen, CHP bu süreci iyi biliyor, ama örnek verme ihtiyacı bugüne kadar böyle bir örnek verilmezken nereden gelişti? Hele Dersim kavramıyla, yani eski ve gerçek adıyla örnek verme durup dururken olmadı. Bu sürecin sonucu olarak Dersim meselesi, örnek olarak kullanılmış oldu.
Özellikle ana akımdaki insanlardan nasıl tepkiler aldınız, biraz daha anlamaya yönelik mi yaklaştılar yoksa tam tersi mi?
Çok katı bir çerçeveden bakanların bile reddedemeyeceği bir gerçek var. Bir yanıyla önceleri çok anlamlandıramadılar. Röportajlarda çok net belgeler ortaya çıkınca buna hayır diyemediler. Bazı çevreler “İyi ki almışlar öksüz çocuklar ortada kalsa daha mı iyi olacaktı.” dediler.
Belgeselin izleyicide bırakmasını istediğiniz hem kişisel hem de politik etki ne?
Mesela en somut mesajlarından biri de şu: Hâlâ bulunmamış çocuklar var. Onların niye kaybolduğu, evlatlık verildiği sorusu dışında bir de bulunma sorumluluğu var. Bu sorumluluğun izleyiciye, politikacıya, akademisyene yüklenmesi gerekir. Tek tek bulunması değil tabii ki kastettiğim, yeri gelince o da olur, ama esas olarak bunun açığa çıkması için her alanda bir akademisyenin de, bir sanatçının da, bir siyasetçinin de çaba sarf etmesi. Bu çocukların akıbetinin bilinmesi en somut mesajlardan biridir. Bir anlamaya çalışmak, öğrenmeye çalışmak; ikincisi bu sorumluluğu izleyiciye vermeye çalışmak. Bu yükümlülüğün sadece yakınlarını arayan insanların omuzlarında değil, insanım diyen, bu ülkede yaşayan herkesin omzunda olması gerekir. Onlar yeteri kadar bu acıyı çekmişler, bunun hafifletilmesi adına bölüştürülmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yani böyle bir mesaj vermek istiyoruz. Bulunmasının, arka planın irdelenmesinin, sorgulanmasının dışında, anlamaya çalışılmasını, empati kurulmasını istiyoruz.