Nükhet Sirman ve Meltem Ahıska ile Söyleşi: Akademi ve Feminizm İlişkisi

Nükhet Sirman ve Meltem Ahıska ile Söyleşi:

Akademi ve Feminizm İlişkisi

Burcu Tokat, Elif Bozgan & Şebnem Keniş

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim görevlisi iki feminist akademisyen; Nükhet Sirman ve Meltem Ahıska ile akademi ve feminizm ilişkisi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Akademide cinsiyet tartışmaları çerçevesinde üretilen bilginin feminist harekete nasıl katkı sunduğunu, benzer şekilde feminist hareketin deneyimlerinin akademide üretilen bilgiyi nasıl etkilediğini ve bu ilişkide çıkan sorunları tartıştık.

Nükhet Sirman: Başlamadan önce söylemek istediğim bir şey var: feminizmi akademik olarak düşünmeye ve bu konuda ders vermeye başladığımda ilk öğrencim Dicle Koğacıoğlu’ydu[1]. Belki bunu söylemekle başlamam şart. Dicle ile ders yapmak zordu. Bence bu zorluk bir yandan akademiyle, bir yandan feminizmle, bir yandan feminizmin ne demek olduğuyla alâkalı. Sabancı Üniversitesi’nin Dicle için yarattığı bloga gönderilen bir iletide Dicle’nin derste özel sorunlarla kamusal sorunların birbirine bağlı olduğunu söylediğinden bahsedilmiş. Tabii bu feminizmin şiarı: Özel olan politiktir veyahut kişisel olan politiktir. Dicle, bunu kendi bildiği ve yaşadığı biçimiyle öğrencilerine söylemiş. İşte bu nokta çok önemli. Bir yandan kişisel olan, bir yandan politik var; bir yandan da akademik var. Bu üç şey çok fena birbirinin ayağına dolanabilir. Derslerde veya feminizmde kişisel olanla genel olan arasındaki sınırları nasıl kuracaksın? Hem akademide feminist çalışmalar yapacaksın, hem kendi yaşadığın deneyimi gündeme getireceksin, hem bunun politik anlamlarına bakacaksın, hem bunun terapi seansına dönmemesine ve başka şeylere evrilmesine uğraşacaksın… Dicle’nin de son derslerinde bu meseleden söz etmiş olması siyasi olan, feminist olan, akademik olanla kişisel problemlerin ilişkisini bence gündeme getirmiş oldu.

Akademide üretilen bilgi sizce aktivizme nasıl katkı sunuyor?

Meltem Ahıska: Kavramlar, eylemlilik içinde çok güçlendirici olabiliyor. Kimi zaman, o kavramlar olmaksızın o eylemlilik düşünülemiyor. Gender yani cinsiyet de (cinsiyetin kendisi toplumsal olduğu için toplumsal cinsiyet demek aslında gereksiz geliyor bana) böyle bir kavram. Kadınlar erkekler biyolojik olarak farklıdır ya da “kadınlar Venüs’ten erkekler Mars’tan” gibi argümanlara karşı toplumsal cinsiyet kavramı bu sorunlu ilişkiyi birden bire çok daha geniş bir iktidar alanının içine oturtuyor. Cinsiyet ilişkilerinin toplumsal olarak kurulduğunu söylediği zaman bu ilişkilerin değiştirilebileceğini de düşündürtmüş oluyor. Bu çok devrimci, radikal bir yan taşıyor. Kadınlar da feminist hareket içinde, herhangi bir eylem içinde bu kavramı kucaklıyorlar, tutuyorlar, onu yaşamsallaştırıyorlar. Ve o kavram, politik eyleme güç veriyor. Dolayısıyla belirli kavramsallaştırmalar olmaksızın belirli eylemlilikler de olamazdı belki. Dünyada bir yer açıyor bunun yapılabilmesi için. Cinsiyet toplumsal olarak kurulmuşsa bunun kurulduğu alanları dönüştürebiliriz gibi bir hayal gücü de açıyor, bir kışkırtma sağlıyor. O yüzden de aradaki bağlantı çok önemli.

Ayrıca ben tarihselleştirmenin de çok önemli olduğunu düşünüyorum, derste pek çok tarihsel metin okutuyorum. Bazı kavramlar çok genelleştirildiğinde içi boşaltılabiliyor. Hâlbuki tarihsellik her zaman bize dönüşümleri gösteriyor. Kadınlarla erkekler arasındaki meseleler ne zaman başladı değil soru. Bugünü ilgilendiren soru, modernlik dediğimiz şeyle birlikte ya da ulus devletle birlikte kurulan cinsiyet rejimi içinde kadınlar nasıl konumlandırıldı? Kadınlık, annelik, sınıfsal olarak, etnik kimliğe bağlı olarak nasıl yeniden tanımlandı? Kadınlar açısından, tarih içinde kaybedilenler nelerdir, kazanım gibi görünenler nelerdir? Örneğin, 18. yy’da annelik pratiklerine dair bir şeyler okuyunca sonra bunların nasıl dönüştüğünü görmek, bize kadınlık ve annelik arasındaki bağlantıların da hep söylendiği gibi tümüyle doğal olmadığını gösteriyor. Bunlar bize eylemlilik alanları da açacak şeyler. Çünkü kadınlık bir ontolojik mesele değil, tarihsel süreç içerisinde kuruluyor; başka bir sürü toplumsal meseleyle ilişkili olarak kadınlık tanımı, annelik tanımı, aile tanımı yeniden yapılıyor. Biz genellikle bugünden geriye bir şeyleri yansıtıyoruz ama geçmişteki bir takım şeyleri öğrendiğimizde ufkumuz açılıyor, başkalaşıyor. Feminist politikaları ve aktivizmi çok dönüştürebilecek şeyler bunlar.

Akademi ve feminizm arasındaki ilişki sizin için ne ifade ediyor?

M.A.: Cinsiyet çeşitli yönleriyle, sadece akademide değil tabi ki, ama bugün akademide incelenen bir alan olarak ortaya çıkıyor. Cinsiyet dediğimizde kadınların ve erkeklerin öznelliklerinin ve birbiriyle ilişkilerinin şekillendiği bir cinsiyet rejiminden söz ediyoruz. Akademide milliyetçilik, devlet, kapitalizm ya da neoliberalizm ile cinsiyet arasındaki ilişkiler kurulabilir. Buradan toplumsal alanda kadınlığa ve kadınlara ilişkin, ya da erkeklerin erkekliklerinin nasıl şekillendiğine ilişkin veriler çıkabilir. Bunların çıkması çok önemli ama cinsiyet analiziyle yapılmış bir araştırma mutlaka ya da doğrudan feminist olmuyor. Arada dolayımlar var. Feminist olmayan bir sürü analiz var. Feminizmin öznesi olan kadınlar harekete geçmedikçe, bir zamanın moda deyimiyle kadınlar kendi deneyimlerinden doğru konuşmadıkça, feminist bir söz söylenmiş olmuyor. Feminizm; kadınların kendi deneyimlerinden yola çıkarak, birbirleriyle dayanışarak, birbirlerinden öğrenerek, birlikte hareket ederek ortaya çıkardıkları bir şey. Dolayısıyla akademiyle feminizm arasındaki ilişki kendiliğinden bir şey değil,  her zaman kurulması gereken bir ilişki. Bunun nasıl kurulacağı da yine pratik ve politik bir sorun. Bir gender dersi aktivizme birebir tercüme olmaz diye düşünüyorum ben. Buradan birtakım sonuçlar çıkarılabilir, bu analizler bize birtakım kalkış noktaları verebilir. Fakat şu anda feministlerin nasıl örgütlenmesi gerektiğine ya da hangi adımları atması gerektiğine sınıfta karar veremeyiz diye düşünüyorum. Bilmiyorum siz katılıyor musunuz?

N.S: Meltem’e katılıyorum, hiçbir akademik çalışma hiçbir politikaya direkt olarak evrilemez. Sadece feminizm için değil, hepsi için söz konusu. Bir defa Türkiye’de akademi ve aktivizm tamamen birbirinin zıttı bir ikilem olarak kurgulanıyor. Hâlbuki bunlar aralarında çeşitli bağlar olan şeylerdir. Saha araştırması yaptığınız ve onun üzerine bir şeyler yazdığınız zaman “Hoca ne anlar, iki dakika gelmiş buraya, biz burada yaşıyoruz, biz daha iyi biliriz” diyenler çıkabilir. Bu hep gergin bir ilişkidir. Çalışmanı feminist bir bakış açısından yapsan bile bu hiçbir zaman orada yaşayan kadınların sana yüzde yüz katılacağı anlamına gelmez. Çünkü akademinin birkaç adım geri gitme ve olayları bunları yaşayanlardan daha geniş, daha farklı bir perspektifle görmesi gerekiyor. Bir mesele daha var: Her akademik çalışma aynı şekilde yapılmıyor. Bazı akademik çalışmalara bakıyorsun akademinin içerisinde belli problemlere cevap vermek için yapılıyor. Sahada yaşanan problemler değil de akademinin soruları o araştırmayı yönlendiriyor. Bazı araştırmalarda ise yaşanan yerlerdeki sorunların o araştırmayı daha çok yönlendirdiğini görüyoruz. Akademiyi mi dönüştüreceksin sahayı mı dönüştüreceksin, böyle problemler var. Tabii feminist olmanın akademideki izdüşümünü yapmak lazım. Aynı zamanda da akademinin aktivizmdeki izdüşümünün tanımını yapmak lazım. En azından araştırmaların insanlar arasında yapısal ezme-ezilme ilişkileri olduğunun bilinci içerisinde yapılması gerekiyor. Belki buna taraflı etnografi demek mümkün. Aynı zamanda feminist aktivizmin de saplandığı belirli şeyler var. Ben Türkiye bağlamından, kendi yaşantımdan örnek vereceğim: 80’lerde Türkiye’ye feminizmin girdiği zamanlarda “Kadınlar hep aile yüzünden eziliyor.” gibi bir söylem vardı ve aileye karşı olmak feminist aktivistler tarafından çok sahiplenilmişti. Ben o zamanlar milliyetçilik çalışmamda tam da kadınları ilk ezen şeyin aile olmayıp daha tarihsel bir şey olduğunu göstermek için, ailenin de başka bir yerlerden kurulduğunu göstermek için uğraştım. Bu konuda feministlere ilk kez bir konuşma yaptığım zaman kovmadıkları kaldı beni oradan. İnanılmaz bir şeydi. Sadece bir feminist arkadaşımız “Bir dakika, bu kadın ilginç bir şey diyor, dinleyelim” dedi. Maalesef Türkiye’de solculuğun yaşanma biçimi, yani ezber üzerinden iş yapmak, feminizme de girdi.

Türkiye’de kadın çalışmalarının oldukça popülerleşmekte olan bir alan olduğunu gözlemliyoruz. Cinsiyet kavramı oldukça kabul gören ve kullanılan bir kavram oldu. Bu popülerleşme feminist hareketi besleyen ve güçlendiren bir popülerleşme mi? Kadın çalışmalarının, cinsiyet tartışmalarının akademide popülerleşiyorken bu çalışmaların bazılarının kadınlara ve feminist harekete katkı sunma kaygısı gütmeden kariyerist ve kullanımcı yaklaşımlarla yapılabildiğine tanık oluyoruz. Bu popülerleşme harekete neler katıyor, neler kaybettiriyor?

M.A.: Joan Scott feminist bir tarihçi olarak sosyal bilimlerde cinsiyet kavramının kullanılmasında çok etkili olmuş biri. Seneler sonra, cinsiyet kavramının kullanımıyla nasıl bir takım şeylerin üstünün örtüldüğü ile ilgili bir yazı yazdı.[2] Çok ilginç. Yani, tarihi cinsiyet perspektifiyle nasıl yeniden düşünebiliriz diye sorgularken sonra cinsiyet kavramının sorunlarına geldi. Bence de kavramın bugünlerde kullanılış şeklinde sorunlu yanlar var. Scott’ın verdiği örneklerde Doğu Avrupa’da cinsiyet üzerine konferanslar düzenleniyor, projeler yapılıyor, fonlar alınıyor, sivil toplumda cinsiyet, hatta birçok dilde çevirisi olmadığı için gender kavramını kullanmak pek çok kapıyı açabiliyor. Ama bu insanlar cinsiyet kavramına çok kıymet verirken, feminizm aynı insanların kullanmaktan kaçındığı bir kavram haline geliyor. Bu açmaza değiniyor Joan Scott. Gerçekten önemli ve ilginç bir makale. Cinsiyet kavramının bir zamanlar açtığı alanlarda zaman içinde neler olduğuna bakmak lazım. Bugün, farklı bağlamlarda cinsiyet nasıl bazı şeylerin üstünü örtüyor, nasıl bazı deneyimlerden ve pratiklerden uzaklaştırıyor? Erkeklik, kadınlık bu kavramlar nasıl kuruluyor, bunlar etnisite ile, sınıf ile nasıl ilişkileniyor, bütün bunlar önemli; ama bu ilişkilere nereden bakıyorsun, hangi deneyimden yola çıkıyorsun diye sorduğun zaman feminizm bambaşka bir anlam taşıyor. Cinsiyet üzerine saatlerce konuşabilirsin ama feminist bir konumlanışın yoksa buradan bir şey çıkmayabilir. Kadınların özne olduğu feminizm o anlamda çok önemli bir şey. Genel alanda yaşanan şeylerin sonuçlarını bizzat kendi hayatında yaşayan, buna karşı çıkmak isteyen, buna öfke duyan, bunu dönüştürmek isteyen özneler lâzım. Bu da cinsiyet üzerine bir konferansta ortaya çıkmıyor. Mutlaka belirli etkilenmeler yaratıyor, derslerde de öyle. Ama etkilenmeleri derste izlemek çok kolay değil. Sonuçta ders bir şeyleri konuştuğumuz bir yer, ama kişisel deneyimlerimizi konuştuğumuz bir yer değil. Derste öğrenilen şeylerin başka bir yerde katkıları mutlaka oluyor diye düşünüyorum, inanmak istiyorum buna. Ama dersten feminist bir hareket çıkamaz gibi geliyor bana.

N.S: Bilimin, bilimsel bakış açısının insana “Her şeyi bilebilirim, her şeyi yapabilirim.” gibi bir tavır verdiği oluyor, feminizm bunu engelliyor. Meltem’e tamamen katılıyorum. “Sen bunu nereden biliyorsun, sen bu işin neresindesin?” Bu soruları feminizm sorduruyor. Çünkü feminizmin kişisel olan politiktir şiarı tam da bu soruları mümkün kılıyor. Yine çok basit bir örnek aklıma geldi. Kuzey Afrika’da, Mısır’da ve Cezayir’de kadın sorunları üzerine iki tane makale okudum. Birini Arlene Mcleod’un, diğeri Marnia Lazreg’in. Arlene Mcleod bunu yazdığı zaman “O kadınlar böyle yapıyor, o kadınlar şöyle…”, sürekli “o kadınlar” ifadesini kullanıyor.  Kendisi hiç yok işin içinde. Arlene Mcleod bu kadınların başlarını örtmesinde kendi katkısının, kendi payının, kendi yaşam tarzının, kendi geldiği yerin nerelerde bunu mümkün kıldığını sormuyor. Hâlbuki Marnia Lazreg batı feministlerinin Cezayir’e bakmasıyla Cezayirli kadınların nasıl tanımlandığını da anlatıyor ve Cezayirli bir kadın olarak anlatıyor. Dolayısıyla feminizme kariyerist olarak yaklaşmak ile kadınlar arasındaki ortaklıları ve farklılıkları düşünerek oradan hareket etmeye çalışan feminizmler arasındaki farklılıklar buralarda ortaya çıkıyor.

M.A: Evet, gerçekten öyle. Akademi ile aktivizm arasındaki alışverişlerin örneklerini düşünmek lazım. Türkiye’de kadına yönelik şiddetle ilgili bir sürü söz söyleniyor, çeşitli araştırmalar var. Ama kadına yönelik şiddet üzerine feminist perspektiften yazılar yazıldığı zaman birtakım eylemliliklerin de alanı açılıyor. Nükhet’in yazdığı, Dicle’nin yazdığı yazılar, bu yazılarda yaptıkları töre cinayeti/namus cinayeti tartışmaları çok önemli. Çünkü farklı ve feminist bir politik bakışın yolunu açıyor. Ama bu yazılar tek başına yetmiyor. Mesela feministlerin gidip de öldürülen kadınların davalarına girmeleri, davayı sahiplenmeleri, oralarda hâkim düzene ve kabullere meydan okumaları çok etkileyici oluyor…

N.S: “Başka bir yer var.” demiş oluyorlar.

M.A: “Başka bir yer var.” demiş oluyorlar. Ve birçok kararda etkili oluyorlar. Bu çok önemli bir şey. Bu hiçbir yazının kolay kolay yapamayacağı bir şey bence. Ama bu, yazı daha önemsiz demek değil. İkisinin farklı konumlanışları var ve o yüzden ikisi arasındaki ilişkinin yeniden ve yeniden kurulması gerektiğini düşünüyorum.

N.S: Nitekim hukukun ve işleyişinin nasıl cinslendirilmiş bir şey olduğunu da Dicle araştırdı. Mesela doktora tezinin bir bölümünde şunu anlatıyor. Adliyeye giden okuma yazması olmayan bir kadın hâkim tarafından, mübaşir tarafından, adliyedeki herkes tarafından nasıl göz ardı edilebiliyor? Ve bunu yapabilmesinin yolu tam da toplumsal cinsiyet kavramını kullanması. Ama sadece toplumsal cinsiyet kavramını kullanmakla kalmıyor. Kendini o kadının yerine de koyup kendisinin de başka ortamlarda o kadının konumuna oturtulduğunun bilinci içerisinde. “Ben eğitimliyim, bana olmaz.” demiyor. Cinsiyet çalışmalarını kariyerist biçimde kullananların bazılarının bir gün feminizmin herkese lâzım olduğunu öğreneceği noktalar olacağını düşünmeden edemiyorum. Aslında saha o kadar matrak bir yer ki… Aramaya gittiğin şeyleri, dataları öğrenmekle kalmıyorsun, teorik bilgi de öğreniyorsun. Çok ilginç bir şekilde. Çünkü görüştüğün insanlar orada araştırdığın sorunların nasıl yaşandığını, o sorunlarla nasıl başa çıkıldığını biliyor. Ben son olarak bunu namus cinayetleri konusunda yaşadım. Bir kadın “Bir genç kız bir şeyin etkisi altında bir adama bakıyor, onu beğeniyor, bir şeyler hayal ediyor. Ama çeşitli nedenlerle ailesi bunu namus suçu yapıyor.” dedi. Yani bana şunu demiş oldu: “Bir şeyin namus suçu sayılmasının tek bir kuralı yok, zamana zemine göre birileri iktidarları için bir olayı namus suçu yapmaya karar veriyorlar.” Namus kavramının ne kadar stratejik olarak kullanılabilen bir şey olduğunu bana o kadın öğretti. Sonra o bilgiyi ben konferanslarda anlatmaya çalışıyorum. Kimse dinlemek istemiyor. Ya da bir başka örnek: Ben mesela bir toplantıdaydım. O toplantıda “kayıplar”, Galatasaray’da yapılan barış annelerinin eylemleri konuşuluyordu. Kayıp yakını mı diyeceğiz, barış annesi mi diyeceğiz, annelik demeyelim, dersek anneliği yeniden üretiyoruz gibi tartışmalar vardı. Çok ilginç bir şey oldu. Birisi “Eskiden annelik böyle miydi, savaştan önce farklıydı.” gibi bir şeyler söyledi. Tartışmalar çıktı, birdenbire şöyle bir bilinçlenme anı oldu hepimiz için: Savaş annelik tanımını değiştirdi. İnanılmaz bir andı. Ne olacak, kadın hareketi bu bilgiyi bir yere götürebilecek mi bilmiyorum.

Feminist bir akademisyen olarak bilinmek bazı durumlarda bölümde, fakültede ya da üniversitede marjinalleştirilmek ya da çalışmalarınızın değersizleştirilmesi gibi çeşitli zorluklarla mücadele etmeyi gerektiriyor. Feminist akademisyenler tarafından üretilen bilginin tarafsız olmadığı, bu analizlerin bilimsel olmadığı yönünde eleştiriler yapılabiliyor. Feminist bir dergide yayınlanan bir makale akademik kriterlere göre bir yayın olarak sayılmayabiliyor. Bu zorluklarla mücadele etmek güçlü bir dayanışma gerektiriyor. Peki, gerçekten böyle bir dayanışma var mı?

M.A.: Şunu görmek lazım ki feministler olarak biz azınlığız, gerçek bir azınlığız. Öğrenciler açısından da, hocalar açısından da bu böyle. Yani akademide feminist laf söyleyecek duyarlılığı gösterecek, bunun peşinden gidecek kadınların pek fazla olmadığını düşünüyorum. Boğaziçi’nde de böyle başka yerlerde de böyle. Zaten kadınlık konumu yeterince zor bir konum. Kadınlık konumunu tüm çelişkileriyle ve çatışmalarıyla benimsemek hiç kolay değil. Erkeklerin alanına geçmek, erkek gibi davranmak, erkek gibi konuşmak, hatta hemcinslerine erkeklerin gözünden bakmak kısa vadede daha çok getirisi olan şeyler gibi görünüyor. Kadınlık konumunun kendi iç çatışmalarını ifade etmeye çalışmak insanı, bulunduğu yer neresiyse orada, çok kısa sürede yalnızlaştırıyor diye düşünüyorum. Çünkü bu çelişkiler, bu çatışmalar çok küçük bir alandan başlıyor çok daha makro iktidar alanlarına kadar gidiyor ve bunları ifade ettiğinde birdenbire çok yalnızlaştırıcı bir şey hâline gelebiliyor. Bu yüzden kadınların birbiriyle olmasını ve dayanışmayı hareketin olmazsa olmaz bir boyutu olarak görüyorum. O yalnızlaşmayı ve yalnızlaşmadan korktuğun için bazı zamanlarda nasıl bazı hassasiyetlerini geri plana ittiğini düşünmek gerekir. Mutlak bir feminist konum da yok zaten, feminist konum sürekli bir şeylerin arasında gidip gelen, sürekli bir çatışmanın içinde yeniden ve yeniden bulunması gereken bir konum. Ailenle, erkeklerle, çocuğunla ve diğer kadınlarla kurduğun ilişkilerde; devletle, kurumlarla kurduğun ilişkilerde mutlak bir feminist pozisyon yok. Sürekli, yeniden ve yeniden mücadelesini yapmak zorundasın. O mücadele de tek başına yapabileceğin bir şey değil. O yüzden hareket çok önemli. Bunun kolay çözümleri olduğunu düşünmüyorum. Yani hem feministim hem akademisyenim hem de aktivistim diye bir çırpıda o konumu yarattığında ve bunun da yüzde yüz çatışmasız bir konum olduğunu iddia ettiğinde belki başka bir sürü şeyi görmüyorsun. Bazen ‘’bilgili’’, “okumuş” kadınlar kimi konularda illüzyonlar içinde olabiliyor. Öyleyse bu çatışmayı kabul etmek, bunun içinden mücadele etmek, bu yalnızlaşma tehlikesini görmek, başkalarının deneyimlerinden öğreneceğimiz şeylerin olduğunu düşünmek, feminizmi sadece kitaplardan öğrenemeyeceğimizi bilmek gerektiğini düşünüyorum.

N.S.: Sosyolojiye Giriş (SOC 101) dersi ile ilgili sene sonunda öğrencilerden aldığımız değerlendirme formları oldukça ilginç olabiliyor. Hızlarını ve kızgınlıklarını alamayan bazı öğrenciler formun arkasını çevirip “Yeter, ya yeter! Her yerde kadın! Kadınsız ders yapamayacak mıyız?” diye yazabiliyorlar. Biraz önce Meltem yalnızlaşmaktan bahsetti. Sanki kadınlıktan bahsettiğimiz zaman objektif bir şeyden bahsetmiyor gibi oluyoruz. Bazı öğrenciler sıkılıyor, cinsiyete dair konuştuğumuzda bunu küçük, önemsiz bir şeymiş gibi düşünebiliyor. Yahut gülünesi, espri içerikli bir şeymiş gibi düşünebiliyorlar. Dolayısıyla günlük akademi yaşamının içinde her dakika bunlarla karşı karşıyayız. Akademinin en zor konularından olan taraflı olmayı da 101 öğrencileriyle tartışmak zorunda kalıyoruz. Evrensellik üzerinden düşünmeye alışmış olan öğrencilere aslında her şeyin o kadar evrensel olmadığını, ayrımlar, farklılıklar olduğunu, bu ayrımların illa ki denk düşürülemeyebileceğini, hepsini içerecek bir söylem, bir ütopya hayal edilemeyebileceğini söylediğimizde bu gibi laflar onları sarsabiliyor, hem iktidarlarını hem kimliklerini sarsıyor.

M.A.: Ben de bir SOC 101 anımı paylaşayım. Okuttuğum makalelerden birisi kamusal alanın nasıl cinsiyetli bir alan olduğu ile ilgili idi. Çok basit bir argümanı vardı: Sokaktaki reklamlarda ya da kamusal alanda çeşitli yerlerde bir kadınla bir adamın öpüşmesini görebiliyoruz, ama İngiltere’de yaşanan bir olay örnek olarak veriliyor: Bir lezbiyen çift bir alışveriş merkezinde öpüştüklerinde büyük bir olay çıkıyor, dışarı atılıyorlar. Makalede aslında kamusal alanın nasıl örtük olarak, görünmeyen bir şekilde cinsiyetli bir alan olduğu, heteroseksüel normlarla kurulduğu anlatılıyordu. Sınıfta bunu konuşmaya çalışıyorduk. “Eşcinsellerin ya da daha genelde cinselliğin kamusal alanda var oluş şekillerine dair ne düşünüyorsunuz?” diye sordum. Bir erkek öğrenci “Valla hocam, onu bunu bilmem ama bence eşcinselliği kamusal alana almamalıyız.” dedi. Bir kere sanki biz Mili Güvenlik Komitesi’yiz, bir karar çıkaracağız ve “eşcinseller kamusal alana alınmamalı” diyeceğiz. Adeta kendini bir general gibi konumlayarak konuşuyordu. Oysa orada kamusal alan ve cinsellik gibi bir konuyu tartışmaya çalışıyoruz.

Buradan çıkarak ben şunu düşünüyorum: Cinsiyet meselesi adalet ve eşitlikle sınırlı olmayan bir mesele. Kadınların birtakım hakları almasıyla, erkeklerle eşit hâle gelmesiyle sınırlı değil. Bu aynı zamanda “Başka bir şekilde nasıl var olabilirdik?” meselesi. Bu toplum tepeden tırnağa, iliklerine kadar, öylesine cinsiyetçilikle (ve tabii ataerkillikle, militarizmle) şekillenmiş ki başka bir şekilde nasıl var olabileceğimizi hayal bile edemiyoruz. Bazı şeyleri o kadar içselleştirmişiz ki farklı bir var oluş, farklı bir duruşu hayal etmek de feminizm için çok önemli. Hayatımı başka türlü nasıl yaşardım, dersimi nasıl verirdim, şunu başka türlü nasıl yapardım, başka neler olabilirdim, bunu da hayal edebilmek lazım. Bunu, bir insanın tek başına hayal edebilmesi çok zor. Ben de Dicle’ye burada değinmek istiyorum. Birlikte iş yaptığımızda Dicle’nin enerjisi, açıklığı, insanları tanıma merakı, akademik konularla politik olarak uğraşma şekli çok şey öğretti bana. Kadınlar olarak birbirimizden cesaret alıyoruz. “Bu böyle de yapılabilirmiş”i ancak birbirimizin deneyimlerinden öğreniyoruz, kitaplardan öğrenmiyoruz. Kitaplardan belki bir hayal gücünü damıtıyoruz, hayal gücüne gidilecek adımları çıkarıyoruz. Bu dünyada eksikliğini hissettiğimiz şeyleri çıkarıyoruz. Ama başka türlü nasıl olabilirdim hayallerini birbirimizle kurduğumuz ilişkilerde dönüşerek kuruyoruz.


[1]Dicle Koğacıoğlu’nu ne yazık ki bu söyleşinin gerçekleştirilmesinden çok kısa bir süre önce kaybettik. Dicle’yi yaptığı feminist akademik çalışmalarla  tanıyorduk: Uzmanlık alanı hukuk sosyolojisi olan Dicle’nin “Türkiye’de Vatandaşlık Bağlamı: Uygulamaları ve Anlamları”, “Gelenek Söylemleri ve İktidarın Doğallaşması: Namus Cinayetleri Örneği” gibi çalışmaları bulunmakta. Yaptığı bu çalışmalarla Türkiye’de feminist harekete ve teoriye değerli katkılar sunmuştur. Onu tekrar sevgiyle anıyoruz.

[2]Joan W. Scott, Millenial Fantasies: The Future of “Gender” in the 21st Century, 2001, Zurich: Chronos.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir