“Fildişi Kule”den Aktivizme

Burcu Tokat, Kübra Öztürk & Şebnem Keniş

Bu yaz BÜKAK’taki çalışma başlıklarımızdan biri “akademi ve feminizm”di. Bu çalışmamızı Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi’nden üyelerle ortak yürüttük. Hepimiz lisans ya da lisansüstü öğrencileri veya akademisyenler olarak akademide yer alan, feminist kadınlardık. Bu çalışmaya başlarken aklımızda tartışmak istediğimiz pek çok soru vardı: Feministler olarak içinde bulunduğumuz üniversite/akademi bizim için ne ifade ediyor? Akademi ve aktivizm ilişkisini, teori ve pratik ilişkisini nasıl kurguluyoruz? Üniversitede bir kadın araştırmaları kulübünde çalışmak bizim için ne ifade ediyor? Çeşitli entelektüel faaliyetler içinde olan feministler olarak akademide ve akademi dışında nasıl sorumluluklar taşıyoruz? Üniversiteye gelmeden önce neler düşlediğimizi, geldiğimizde nelerle karşılaştığımızı ve bunlarla ilgili olarak nasıl adımlar attığımızı, daha sonra neler yapmayı planladığımızı tartışarak akademi ve feminizm okumalarımıza başladık.

Burcu Tokat

Kübra Öztürk

Şebnem Keniş

Bu yaz BÜKAK’taki çalışma başlıklarımızdan biri “akademi ve feminizm”di. Bu çalışmamızı Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi’nden üyelerle ortak yürüttük. Hepimiz lisans ya da lisansüstü öğrencileri veya akademisyenler olarak akademide yer alan, feminist kadınlardık. Bu çalışmaya başlarken aklımızda tartışmak istediğimiz pek çok soru vardı: Feministler olarak içinde bulunduğumuz üniversite/akademi bizim için ne ifade ediyor? Akademi ve aktivizm ilişkisini, teori ve pratik ilişkisini nasıl kurguluyoruz? Üniversitede bir kadın araştırmaları kulübünde çalışmak bizim için ne ifade ediyor? Çeşitli entelektüel faaliyetler içinde olan feministler olarak akademide ve akademi dışında nasıl sorumluluklar taşıyoruz? Üniversiteye gelmeden önce neler düşlediğimizi, geldiğimizde nelerle karşılaştığımızı ve bunlarla ilgili olarak nasıl adımlar attığımızı, daha sonra neler yapmayı planladığımızı tartışarak akademi ve feminizm okumalarımıza başladık. İlk bakışta Boğaziçi Üniversitesi, akademisyenleri ve öğrencileriyle farklı bir eğitim anlayışı geliştirme konusundaki çabalarıyla Türkiye’deki diğer üniversitelerden görece daha farklı bir yerde duruyor. Fakat yine de hepimizin Boğaziçi Üniversitesi’ndeki eğitim ortamına dair gözlemleri, analizleri ve dertleri vardı. Bazılarımız dersleri yaşadığımız hayattan çok kopuk buluyor, sınıflardaki ortamın çok fazla eğitmen merkezli olduğundan yakınıyor ya da ortaya çıkardığımız ürünlerin bazı çerçevelere sığmadığında nasıl alaşağı edildiğinden bahsediyorduk. Hepimizin ortak isteği ise özgürleştirici, demokratik ve katılımcı bir eğitim ortamıydı.

Akademi ve feminizm çalışmamıza Michael Albert’ın Noam Chomsky ile “Entelektüeller kimdir?” sorusu temelinde şekillendirdiği Entelektüellerin Sorumluluğu kitabıyla başladık. Chomsky’ye göre, entelektüel “bir şeyler hakkında düşünmeye, bir şeyleri anlamaya, çözümlemeye, bu kavrayışları açık bir şekilde ifade etmeye ve başkalarına anlatmaya çalışan kişidir.”[1] Bir entelektüel, bu tarz faaliyetlerde bulunmak için diğer insanlara göre daha çok zaman ayırabilme ayrıcalığına sahiptir. Peki, bu ayrıcalığa sahip bir entelektüelin ne gibi sorumlulukları vardır? Chomsky, entelektüelin sorumluluğunu tartışırken iki ayrı kavramdan bahseder: Entelektüelin görevi ve ahlâki sorumluluğu. Chomsky olumsuz bir anlam yüklediği görev kavramını şu şekilde açıklar: “Toplumsal kurumların entelektüel faaliyetlerde bulunan insanlara bu işlerle uğraşabilmeleri için zaman ve olanak sağlamasının nedeni, bu olanakları kullanarak iktidara ve otoriteye destek sağlamaları ve doktriner yönetimi hayata geçirmeleridir. Diğer insanların dünyayı mevcut otorite ve ayrıcalıkları destekleyecek şekilde kavramalarını sağlamak için çalışabilirler.”[2] Chomsky, entelektüelin ahlâki sorumluluğunun ise görevinden tamamen farklı hatta zıttı olduğunu söyler: “Ahlâki sorumlulukları hakikati anlamaya çalışmak, dünyaya ilişkin bir kavrayışa ulaşmak için başkalarıyla birlikte çalışmak, bunu diğer insanlara aktarmaya çalışmak, onların da kavramasına yardım etmek ve yapıcı eylem için zemin oluşturmaktır.”[3] Aslında Chomsky’nin tarif ettiği görev ve ahlâki sorumluluk arasındaki çatışmanın bir örneğine geçtiğimiz ekim ayının ortalarında tanık olduk: Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim görevlisi Özgür Sevgi Göral bir televizyon programında “Kürt sorunu”na ilişkin Kemalist ve milliyetçi söylemi eleştirmesi ve “Kürt sorunu”nun ele alınmasına yönelik önerdiği alternatifler nedeniyle hak ettiği göreve atanmadı.[4] YTÜ yönetimi gerekçe olarak “‘öğrencilere Atatürk milliyetçiliğine bağlı hizmet bilinci, milli birlik ve beraberliği kuvvetlendirici irade gücü kazandırmayacağı”nı gösterdi. Yani Göral akademide yer alan bir entelektüel olarak sistemin ondan istediği görevi yerine getirmek yerine, yani Kemalist-milliyetçi elitin yerini koruyan resmi ideolojiyi destekleyici bilgi üretmek ve öğrencilerine bu ideolojiyi empoze etmek yerine ahlâki sorumluluğunu yerine getirdiği için, yani Kürt sorununu demokrat ve hak temelli bir kavrayışla ele alıp bu düşüncelerini bir TV programı aracılığıyla diğer insanlarla paylaştığı için sistemin ona sağladığı ayrıcalıkları kaybetti, görevine atanmadı.

Chomsky’nin “Entelektüelin sorumluluğu nedir?” sorusunu kendimizi düşünerek revize edecek olursak: Yaşıtımız olan pek çok genç bu hakka erişemiyorken üniversitede okuma ayrıcalığına sahip olan, bilgiye kolaylıkla erişebilen, Türkiye’nin geri kalanında ifade özgürlüğü neredeyse yokken, Boğaziçi Üniversitesi gibi görece demokratik ve özgürlükçü olmaya çalışan bir ortamda düşünme, bilgi üretme, eleştirme ve tartışma ayrıcalığına sahip olan bireyler olarak bizlerin ne gibi sorumlulukları var? Devlet bize burs veriyorken, ailelerimiz öğrenciliğimiz boyunca bize harçlık veriyorken bizden beklenen görev, derslerimize iyi çalışıp, yüksek notlar alıp, mezun olduktan sonra gireceğimiz işte sistemin işleyişine katkıda bulunacağımız kadar bilgi birikimi sağlamaktır. Akademi ve feminizm çalışmamız sırasında tartıştığımız kadarıyla ahlâki sorumluluklarımızı bulunduğumuz kampüse, yaşadığımız ülkeye, dünyaya eleştirel bakmak; alternatif bir perspektif geliştirebilmek için birlikte çalışmak; ürettiğimiz bilgi ve tartışmalarımızı paylaşmak ve bulunduğumuz kampüsü, şehri, ülkeyi hayal ettiğimiz alternatiflere doğru dönüştürmeye çalışmak olarak özetleyebiliriz. Bunu yaparken sahip olduğumuz ayrıcalıklardan vazgeçmek yerine onları öncelikli olarak ahlâki sorumluluklarımızı yerine getirmek için kullanabiliriz. Entelektüel, sistem tarafından zorlandığı görevini yaparken aslında hiç de eli kolu bağlı değildir, içinde olduğu sistemin sağladığı ayrıcalıkları kullanarak alternatif bilgi üretmek için, sistemde çatlaklar açmak için mücadele edebilir. Ancak bunu tek başına yapmak o kadar da kolay değildir. Dayanışma, birlikte hareket etme ve örgütlülük tam da bu noktada elini tutar entelektüelin. Bireyler (entelektüeller) elbette tek başlarına da sistem karşıtı, alternatif bilgi üretebilirler, bu bilgileri paylaşıma sunabilirler. Pek tabii böyle bir durumda gelen tepkileri de tek başlarına karşılamak durumunda kalabilirler. Burada bahsettiğimiz bilgi ya da üretim sadece yazılan makaleler, yayımlanan kitaplardan ibaret değil. Entelektüel içinde bulunduğu ortama muhalif tepkilerde de bulunabilir. Somutlaştırmak gerekirse, bir akademisyen içinde bulunduğu bilgi ortamında sadece makaleler yayımlamaz, aynı zamanda diğer akademisyen arkadaşlarıyla da iletişim içindedir. Bu iletişim elbette içinde yer aldığımız sistemden bağımsız düşünülemez. Bu ilişkiler ağının içinde muhalif bir duruşla tek başına yer almaya çalışan akademisyen elbette ki söylemleri sebebiyle dışlanabilir, marjinalleştirilebilir, yayınları engellenebilir. Tam da bu noktada örgütlü duruş, bu ilişkiler ağında entelektüelin kurtarıcısı hâline gelir.  Sisteme eklemlenmiş bu ilişki ağları dayanışma ve örgütlü duruşla çürütülebilir hâle gelirler. Yine YTÜ öğretim görevlisi Göral’ın yaşadıkları üzerinden örneklendirecek olursak, karşılaştığı uygulamadan sonra bu olayı deşifre eden ve Göral’ın görevine iade edilmesini talep eden bir imza kampanyası başlatıldı, çeşitli sivil toplum örgütleri bu konuda açıklamalar yapıp Göral’a destek oldular, gazetelerde çeşitli akademisyenler akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü çerçevesinde olayı analiz eden yazılar yayımladılar. Bu olay dayanışmanın, örgütlü duruşun, birlikte hareket edebileceği ağlara sahip olmanın ahlâki sorumluluklarını yerine getirmeye çalışan bir entelektüel için önemini ortaya koyuyor.

Okuma çalışmamızın başında entelektüellerin sorumluluğunun ne olduğunu tartışmamız, akademi ve aktivizm, teori ve pratik ilişkisini kurgulamamız için oldukça yararlı oldu. Bu olguları birbirinden ayrı, iki zıt olgu olarak değil bir arada düşünmeye çalışmamız gerekiyor. İşte tam da bu noktada akademinin çatısı altından örgütlenen bir öğrenci kulubü olarak BÜKAK’ın eğitim-araştırma vurgusunun, üniversitede toplumsal cinsiyet gündemini görünür ve canlı tutmak için yürütülen çalışmaların ve en genel anlamda BÜKAK’ta faaliyet yürütmenin bizler için ne ifade ettiğini bir kez daha tartışma fırsatı bulduk. Bu anlamda gerek derslerde gerekse kulüp faaliyetleri bünyesinde yürütülen toplumsal cinsiyet tartışmalarının sınıf içleri ya da kulüp odalarında sınırlı kalmamasının önemi, mekân değişimi ya da sınır aşımının ise bilginin aktarımı ya da empoze edilmesinden öte bilginin birlikte üretimi üzerine kurulu olması noktasında tartışmalar yürüttük.

bell hooks’un Teaching to Trangress (Haddini Aşmayı Öğretmek) adlı kitabından okuduğumuz bölümler, tam da yukarıda bahsettiğimiz teoriyi pratiğe dökmek noktasında bize yardımcı olu. bell hooks kitaba, hayatin her alanında olduğu gibi eğitim alanında da haddi bildirilenlere artik hadlerini aşmaları gerektiğini söyleyerek başlıyor. Çoğumuz ilköğretim ve lise yılları boyunca sınıfı ve okulu sınırlarımızın çizildiği, öğretmene, müdüre, devlete ya da başka bir otoriteye itaat etmemizin öğretildiği mekânlar olarak deneyimledik. İtaat etmediğimizde, karşı çıktığımızda, sorguladığımızda çoğunlukla haddimiz bildirildi, cezalandırıldık. bell hooks kendi ifadesiyle tahakkümü pekiştirici bu eğitimde hocaların dersi genellikle egemenlik ve gücün haksız kullanımını içeren kontrol rituellerini gerçekleştirme alanı olarak kullandıklarını söyler[5] ve Paulo Freire’nin bankacı eğitim modeline atıfta bulunur. Freire bankacı eğitim modelini öğretmenin icracı öğrencinin seyirci olduğu model olarak ifade eder. “Bankacı eğitimde öğretmen öğrenme sürecinin öznesidir ve öğrenciler de bilgi depolanan kaplardır. Kolayca dolan öğrenciler iyi öğrenciler olarak değerlendirilir, dolmaya direnç gösteren öğrenciler ise ‘problemli’ öğrencilerdir. Bankacı eğitim ezici bir topluma hizmet eder: Gerçekliği ‘insanların seyirci olarak adapte olmaları gereken bir şey’ olarak mitleştirir, öğrencileri nesneleştirir, yaratıcılığı engeller, diyalog geliştirmeye karşı direnç oluşturur.”[6]

60’ların sonuna doğru Amerika’da ırkçılık nedeniyle siyah ve beyazların okulları ayrıyken kendisinin “öğrenmeyi devrim olarak deneyimlediğim yerlerdi” diye nitelendirdiği, sadece siyahların okuduğu, kendi okulundaki eğitimi anlatıyor bize bell hooks. Irkçılık karşıtı mücadelenin yaşandığı bu dönemde siyahlar için eğitimin politik bir yol olduğunu ve bu yolda öğrendikleri her şeyin de aslında beyaz ırkçı hegemonyaya karşı direnişin bir parçası olduğunu söylüyor. bell hooks “ideolojik bir aygıt” veya tahakkümü pekiştirici bir pratik olmanın dışında eğitimin bazı pratiklerinin özgürleştirici de olabileceğini görmeye davet ediyor bizleri. Kendi deneyimlerinden örnekler vererek, kendini muhalif olarak konumlandıranlara da eğitimin aslında dönüştürülebilecek bir alan olduğunun müjdesini veriyor ve özgürlük çağrısında bulunuyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi Freire’nin çalışmalarından faydalanan bell hooks yüksek öğretimde de sınıfın heyecan verici bir yer olması gerektiğini düşünüyor. Gittiği siyah okullarında hissettiği heyecanı hatırlıyor ve yüksek öğretimde heyecanın otoriteyi tehdit eden potansiyel tehlike olarak algılanışından duyduğu rahatsızlığı belirtiyor. bell hooks’un da anlatmak istediklerini bizzat kendi öğrencilik ve akademisyenlik deneyimlerinden yola çıkarak anlatması bizi de öğrenim hayatımız boyunca yaşadığımız eğitim pratiklerini paylaşmaya teşvik etti.  Biz de ilkokuldan bu yana sessiz olan, itaat eden, “çiçek olan” öğrencilerin “iyi ve akıllı öğrenciler” olduğunu ve de çoğu hocanın sınıfta çıt çıkarttırmadığını hatırladık. Oysaki bell hooks öğrenmenin tek taraflı olmadığını, karşılıklı beslendiğini, öğretmenin sadece sınıf dinamiğinden sorumlu olmayıp kolektif bir heyecanın oluşmasına destek vermesi gerektiğini söylüyor.

Siyah okullarının onun için ne ifade ettiğini anlatırken kullandığı en çarpıcı ifadelerden biri yukarda da bahsettiğimiz heyecandı. Bu heyecanın kaynağı eğitimin ırkçılığın olmadığı daha adil bir dünyaya giden yolda dönüştürücü olabileceğine duyulan inançtı. Peki, bu inanç nasıl bir eğitim ortamında yaratılabilir? Öğretmenin merkeze alınması yerine herkesin katılımının teşvik edildiği, varsayılan doğruların kabul ettirilmeye çalışılması yerine diyalog yoluyla açığa çıkarıldığı bir eğitim modeli alternatif olabilir.[7] Freire’nin önerdiği bu modelde diyalog bir yaratım sürecidir. İnsanlar birbirlerine fikirlerini empoze etmez, birlikte düşünerek herkesin aktif katılımıyla fikir üretirler. Biz de düşünüyoruz ki herkesin birbirinden öğreneceği çok şey vardır, dolayısıyla farklı deneyimlere sahip farklı bireylerin aktif olarak katıldığı bir öğrenme ortamının ayrı bir önemi ve anlamı vardır ve herkes kurulan ortamda yaratılmaya çalışılan kolektif heyecandan sorumludur. Zaten Chomsky’e göre de entelektüellerin yaptıkları faaliyetler sadece onların fildişi kulelerinde birbirlerine zikredecekleri birer çalışma olmanın ötesinde, interaktif üretilmiş ve paylaşılmış olmalıdır.

Tüm bunlardan sonra, “Batılı” feminizmin akademik yaratısındaki bazı söylemsel problemlere bakmaya çalıştık. Chandra Talpade Mohanty Sınır Tanımayan Feminizm adlı kitabındaki “Batının Bakışı Altında Feminist Akademisyenlik ve Feminist Söylemler” adlı bölümde genel olarak Batı’nın da Üçüncü Dünya’nın da aslında tekil ya da homojen olmadığı hâlde, bazı Batılı feminist metinlerde nasıl “Üçüncü Dünya kadını” gibi tekil ve yekpâre bir kavram yaratıldığının çözümlemesini yapıyor. Örneğin; Üçüncü Dünya kadınına dair batılı feministlerin “…örtünen kadın, güçlü anne, iffetli kız, itaatkar eş gibi tasvirlerden oluşan bir dizi evrensel imge”[8] ürettiğini söyler Mohanty. Fakat bu imgeler tarihsellikten yoksundur. Aslında Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya arasındaki ilişkilerin tanımlanmasında ve bu tanımlamaların yeniden üretilmesinde etkin olan, sömürgeci söylemden başka bir şey değildir. Bazı metinlerdeki Batı merkezciliği görmemek imkansız. Batılı feministler, Üçüncü Dünya’yı “öteki” olarak tanımlayarak kendilerini merkeze koyar ve çevreyi de kendileri belirler. Batılı kadınlar özne, Üçüncü Dünya kadınları ise tanımlanan nesneler olarak kurgulanır. Sömürgeci söylemin oyununu bozan da özel hegemonik söylemlere müdahale eden; bilimsel, objektif ve meşru bilgiye eleştirel yaklaşan feminist akademisyenliktir. Çünkü tek bir feminizm yoktur ve feminist akademisyenlik de tek olduğunu iddia eden ve Batılı feminizm tarafından tanımlanamaz. Bu, hem diğer feminist akademisyenlerin üretimini değersizleştiren, hem de feminist üretimi tektipleştiren bir tavırdır.

Mohanty’nin yazısında da bahsettiği gibi feminizm mutlak, meşru ve objektif bilgiye kuşkuyla yaklaşır; bu bilgilerin hangi iktidar koşulları altında üretildiğini görmeye çalışır. Bu nedenle bilim yapmak da, feminizm de siyasetten ayrı düşünülemez. Tanya Reinhart’ın aktivizm deneyimlerine bakarak da bilimin ve akademinin nasıl bir politik tarafının olduğunu ve bu deneyimlere yansıdığını anlayabiliyoruz. Kendisi, dilbilim alanında yaptığı çalışmaların yanısıra İsrail-Filistin sorunu üzerine de çalışmalar yapıyor ve aktivizmi de elden bırakmıyordu. İsrailli olması, onun İsrail devlet politikalarını eleştirmesinde bir engel teşkil etmiyor; o, “sucu kabullenmeden sorumluluğu paylasan” bir akademisyen olarak ahlaki sorumluluğunu yerine getiriyordu. İsrail devletine karşı akademik boykotta[9] dilekçe verenlerden birisiydi. Reinhart. Boykotta İsrail’de yapılan akademik etkinliklere katılmamak, Avrupa araştırma fonlarından İsrail’in yararlanmasını engellemek, bu tür yaptırımları bireysel değil tüm İsrailli akademisyenlere yönelik gündeme getirmek gibi talepler yer alıyor.[10] Tanya Reinhart, muhalefet olduğunda bilimin politikadan ayrıştırılmaya çalışıldığını, İsrail akademisinin önünün kesilmesindense turist vizesiyle yasayan Filistinli akademisyen ve öğrencilerin olmasının, birçok akademisyen ve öğrencinin kendi üniversitelerine gidememesinin ve Filistin üniversitelerinin kapatılışına ses çıkarılmamasının insan haklarına ve demokrasiye zarar verdiğini dile getiriyor. “İsrail’deki ifade özgürlüğünün Filistinliler ifade özgürlüğüne kavuşursa gerçek olacağını”[11] söylüyor. Ahlâki sorumluluk anlayışı, akademik bilgisini aktivizme döküşü ve feminist eleştirel bakışı ile Reinhart’ın hayatında feminist teorinin pratiğe dokunduğuna şahit oluyoruz.

Akademi ve feminizm çalışmamızda sorguladığımız bir diğer konu ise Türkiye’deki kadın çalışmaları ve kadın hareketi arasındaki ilişki idi. Akademi kadın hareketine ne oranda altyapı sağlıyordu ya da hareket akademide üretilen bilgiye ne derecede yön veriyordu? Bunların yanı sıra, belki bize daha da yakın olan bir durumu da merak etmeye başladık: Akademide feminist bir kadın olmak ne demekti, feminist akademisyenler nelerle mücadele etmek zorunda kalıyorlardı, Boğaziçi’nde bu durum nasıl vuku buluyordu? Feminizmin akademide bir taraf olarak addedilmesi, feminist çalışmaların değersizleştirilmesi ve bilimselliğinden şüphe duyulması ne kadar yaygındı, feminist akademisyenler bu durumla nasıl baş ediyorlardı? Son zamanlarda kadın çalışmalarının popülerleşmesi ve kariyerist amaçlarla kullanılmaya başlanmasına feministler olarak nasıl yaklaşmalıydık? İşte tüm bu soruları, okulumuz sosyoloji bölümü hocalarından Prof. Dr. Nükhet Sirman ve Doç. Dr. Meltem Ahıska’yla yaptığımız söyleşide tartışmaya açtık.

Çalışmamız boyunca entelektüel olmak ne demek, biz üniversiteli feminist kadınlar olarak bu tanımın neresinde duruyoruz, alternatif bir eğitim ortamı nasıl tasarlanabilir üzerine okuduk, düşündük, tartıştık. Entelektüeli, paylaşım ve ahlâki sorumlulukları üzerinden tanımlamaya ve etrafımızdaki örnekleri de bu kalıplar içinde değerlendirmeye çalıştık. Ayrıca bell hooks ve yine Chomsky’nin yardımıyla aklımızdaki alternatif eğitim ortamını somutlaştırmaya gayret ettik. Yaptığımız tüm okumalar, hepimiz için giriş niteliğinde bir çalışmaydı ve yukarıda da belirttiğimiz pek çok noktayı kaygan bir zeminden ya da ezberci bir noktadan çekip daha elle tutulur bir hâle getirdi. Ve umuyoruz ki akademide var olmaya devam edecek olan biz feminist kadınlar için aklımızdaki soru işaretlerini tartışmaya yarayacak bir altyapı oluşturmamızı sağlayan çalışmamız, büyük bir tartışma konusunun sınır kapısından daha içerilere doğru bizi yönlendirmeye devam edecek.


[1]Noam Chomsky, Entelektüellerin Sorumluluğu (İstanbul: bgst yayınları, 2005), s: 7

[2]A.g.e., s: 8.

[3]A.g.e., s: 8.

[4]“Televizyonda Açılım Dedi, Ataması İptal Oldu” (8 Ekim 2009), http://www.ntvmsnbc.com/id/25008127/

[5]bell hooks, “Haddini Aşmayı Öğrenmek”, Kültür ve  Siyasette Feminist Yaklaşımlar, sayı:5, Haziran 2008.

[6]Nuri Ersoy, Paolo Freire ve Ezilenlerin Pedagojisi, http://www.bgst.org/keab/ne150306.asp

[7]A.g.e.

[8]Chandra Talpade Mohanty, Sınır Tanımayan Feminizm, “Batının Bakışı Altında Feminist Akademisyenlik ve Feminist Söylemler” (İstanbul: Boğaziçi Yayınevi, 2009), s. 60

[9]İsrail Devleti’nin barış döneminde Filistin topraklarını işgal etmesi sebebiyle İsrail devletine karşı başlatılan akademik boykot: Britanya’da Öğretim Üyeleri Derneği, İsrail’deki iki üniversitenin boykot edilmesine karar veriyor ve bir dilekçe yayınlıyor.

[10]“Panel: Tanya Reinhart’ı Anıyoruz: Akademi ve Aktivizmi Bir Arada Düşünmek”,  Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, sayı: 3,   http://feministyaklasimlar.org/index.php?S=01pv5mh3tg47lhdgc89pvun4j6

[11] A.g.e.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir