İfşa Özgürleştirir mi?*

Cansel Kademli
Melisa Damla Telli
Öykü Eke

Feminist hareket ya da kadın hareketi içinde uzun yıllardır cinsiyetçi şiddet ve cinsel tacizle mücadele için çok çeşitli yöntemler geliştirildi. İfşa da yıllardır hareket içinde yer etmiş önemli mücadele yöntemlerinden biri. Özellikle son dönemlerde feminist bir yöntem olarak ifşanın kullanımı giderek artarken yöntemin kendisine ve süreçlerin işletilme biçimlerine dair çeşitli tartışmalar da gündeme geliyor. Bu tartışmalardan yola çıkarak “Bir mücadele yöntemi olarak ifşa, bireyi ya da toplumu özgürleştirir mi?” sorusunu ele almak istiyoruz. Bunu yapabilmek için öncelikle özgürleşmek derken ne ifade ettiğimizi açıklamaya çalışacağız. Sonrasında bu tartışma için oldukça önemli bir noktada durduğunu düşündüğümüz ifade özgürlüğünü, bununla bağlantılı bir şekilde insan olarak taşıdığımız potansiyelleri ve ifade özgürlüğünün sınırlarını tartışacağız. Bir mücadele yöntemi olarak ifşanın özgürleştirici olup olmadığı sorusunu da bu argümanlar doğrultusunda, özel olarak günümüzde ifşanın yarattığı kültürün toplumsal etkilerine bakarak tartışmaya çalışacağız.

Özgürleşme

Özgürleşmek nedir? Özgürleşmek, David Miller’ın tabiriyle “güçlü ancak bir o kadar da açıklaması güç bir ideal”dir2. Özgürlük dendiğinde aklımıza özgürlüğe ulaşmak için mücadele edilmesi gereken bir kurum/kişi/ideal vb. gelir. Bu kurum kimi zaman devlet, kimi zaman sistem; kişi ise kimi zaman bir yönetici, kimi zamansa kişinin kendisi olabilir. Miller’ın özgürlüğe dair tabiri özgürlüğü açıklamaya yetmez elbet ancak bu yazıda “Özgürleşmek nedir?” sorusuna kısıtlı bir biçimde değinip asıl odağımızı kadınların ve toplumun özgürleşmesinde ifşanın bir yöntem olarak hangi noktada durduğuna çevireceğiz.

Isaiah Berlin, özgürlüğün tanımını yapabilmek ve özellikle eşitlik, adalet gibi zaman zaman özgürlükle eş tutulan terimlerin farkını açıklayabilmek için özgürlüğü negatif özgürlük ve pozitif özgürlük olmak üzere iki konsepte ayırır. Berlin, kişinin doğuştan gelen özelliklerinin toplumun dış koşullarıyla bir bağlantısı yoksa bu kişilik özelliklerinin kişinin negatif özgürlüğünü kısıtlamayacağını savunur.3 Ancak kişi, kendi özelliklerinin onun özgürlüğünü kısıtladığını fark etmeyebilir. Örneğin bir köle, kendi sınıfsal konumunu içselleştirdiyse toplumun kendi sınıfsal statüsünden dolayı onu mahrum bıraktığı alanların farkına varmayabilir. Dolayısıyla doğuştan gelen özelliklerimizin toplumla olan ilişkisi kaçınılmazdır. Toplumdaki ahlaki normlar, doğuştan gelen özelliklerimizin (cinsiyet, ırk, etnisite, sosyoekonomik sınıf vb.) değerini belirler. Bu yüzden dış koşullar (insanların tavrı, yasalar vb.) her birimiz için farklı şekillenir. Örneğin kadınlık kimliği üzerinden düşündüğümüzde anaerkil ve ataerkil toplumlarda bu kimliğin açtığı veya kapattığı alanların birbirinden farklı olacağını söylemek yanlış olmaz. Hâliyle bu kimlikten dolayı kadınların özgürlük alanları her iki toplumda farklı olacaktır. Sonuç olarak içine doğduğumuz koşullarla kişilik özelliklerini apayrı iki fenomen olarak ele almak bizce mümkün gözükmüyor.

Berlin’e göre pozitif özgürlük ise kişinin hayatını kontrol eden, onu kısıtlayan koşulların ne olduğuyla ilgilenir.4 Örneğin bu durumda ataerkil bir toplumda yaşayan kadınlar, erkeklere göre daha aşağı konumlandırıldığı için kadınların pozitif özgürlüğü kısıtlanır. Devletler yaptıkları yasalar ve düzenlemelerle pozitif özgürlüğü artırma girişimlerinde bulunabilir. Ancak yasalar her ne kadar eşitlikçi olsa da böyle bir toplumda kadının kamusal ve özel alanda nelere ulaşıp ulaşamayacağı yine ataerkil normlara göre şekillenir. Örneğin içinde yaşadığımız ataerkil toplumlarda kadınlar olarak çeşitli şekillerde tacize ya da şiddete maruz bırakılıyoruz. Ebeveynler de kızlarını bu tarz durumlardan “korumak” için onların dışarı çıkma özgürlüğünü kısıtlayabiliyorlar. Pozitif özgürlük fenomeninden yola çıkarak bu durumu ele aldığımızda yasalarda bu özgürlüğü kısıtlayıcı herhangi bir şey olmamasına rağmen dış koşullar -yani toplumdaki ataerkil normlar- hem kadınların şiddet ya da tacize maruz kalmasına neden oluyor hem de ebeveynlerin özgürlük kısıtlayıcı tavırlarını artırıyor.

Ebeveynlerin yanı sıra öznelerin kendisi de bu özgürlük kısıtlayıcı tavırları benimseyebilir. Varsayımsal bir durum düşünelim: Bir kıza küçüklüğünden beri geç saatlerde dışarı çıkmaması ve çıkacaksa bile yanında mutlaka bir erkeğin olmasına yönelik direktifler veriliyor. Bu çocuk büyüdüğünde bu söylemleri içselleştiriyor ve geç saatte tek başına dışarı çıkmamasının onun özgürlüğünü kısıtlamadığını, kadınların buna dikkat etmesinin doğal bir şey olduğunu savunuyor. Bu durumda bu kadının pozitif özgürlüğünün kısıtlandığını söyleyebilir miyiz?

Bu varsayımsal duruma göre düşündüğümüzde pozitif ve negatif özgürlük tanımlarının bu durumu açıklamakta yeterli olmadığını görebiliriz. Çünkü Berlin’in teorisinde, çevresel koşulların kişinin düşünme biçimine olan etkileri eksiktir. Oysaki dış koşullar, insanların kendi benliğine bakış açısını etkiler. Dolayısıyla ataerkil bir toplum, kadının kendi benliğine olan bakışını etkileyecektir. Kişinin özgürlük tanımı da kendi benliğine dair geliştirdiği bakış açısından ayrı düşünülemez. Erich Fromm makalesinde, Karl Marx’ın kişinin kendi sınıfının ve o sınıfa dair yargılarının kapitalist toplumdaki işbölümü nedeniyle farkında olmadığını çünkü emeğine yabancılaştığını söylediğinden bahseder.5 Marx’ın sosyalizminin kişilerin yabancılaşmadan kurtulup özgürleşmesi dolayısıyla kişinin kendini gerçekleştirmesi üzerine kurulduğunu söyler. Yani Marx’a göre kişinin özgürleşmesiyle kendini gerçekleştirmesi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu durumda yukarıda bahsettiğimiz varsayımsal durumda kadın, kendine dair bakış açısının ataerkil normlara göre şekillendiğinin farkında değildir. Eğer bu kadın, geç saatte tek başına dışarı çıkamamasının ataerkil toplumda yaşayan bir kadın olmasından kaynaklandığını, ataerkil olmayan bir toplumda bu durumun gerçekleşmeyeceğini anlarsa özgürlüğünün kısıtlandığını fark edebilir.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi Marx’a göre kişinin kendi emeğine yabancılaştığının ve kendi potansiyelinin farkına varması, onun kendini gerçekleştirmesini sağlayacaktır. Örneğin bir işçi, sınıf bilincine sahip olduğunda kendi potansiyelini bastıranın kapitalist sistem olduğunu fark edecek ve kişi, kendini gerçekleştirmek için özgürlük talebinde bulunacak yani onun kendini gerçekleştirmesinin önünde duran, özgürlüğünü kısıtlayan sisteme eleştirel bakmaya yönelecektir. Kadının ataerkil toplumla ilişkisini yine bu denklemle kurmamız mümkündür. Kadın, yaşadığı ataerkil toplumdan dolayı kendi potansiyelinin farkında değildir. Kendi potansiyelinin farkına vardığında potansiyelini bastıran şeyin ataerkil sistem olduğunu fark edecek ve onu değiştirmeye yönelik hamleler alacaktır. Ancak bir kadının cinsiyet kimliğinin bilincinde olması ve kendi potansiyelinin farkına varması kolay gerçekleşmez. Çünkü ataerkil sistem kadın ve erkek arasındaki iş bölümlerini “doğal”mış gibi sunar. Dolayısıyla kadının kendine ataerkil bir bakışla baktığını fark edebilmesi için birtakım karşılaşmalar yaşaması ve tartışmalara dahil olması gerekir. Bu karşılaşmaların ve tartışmaların gerçekleşebilmesi için ise ifade özgürlüğü olmazsa olmazdır.

İfade Özgürlüğü

Ayşen Candaş “Muhalefet ve Demokrasi: Hem Politik Hem de Liberal Bir Hak Olarak Düşünce ve İfade Özgürlüğü” yazısında, ifade özgürlüğünü tartışırken Aristo’yu şu şekilde alıntılıyor: “İnsanlar doğada bulunan başka varlıkların aksine potansiyel olarak düşünme, tartışma, ikna etme ve ikna olma ve birlikte hareket edip çevrelerini dönüştürme kapasitesine sahip olan varlıklardır.”6 Bu düşüncenin, insanın kapasitesini ortaya koymasının yanı sıra toplumsal bir varlık olduğunu söylemesi ve çevresiyle ilişki içinde kalarak toplumu dönüştürme kapasi- tesinden bahsetmesi ifade özgürlüğü bağlamında değerlendirilebilir. Çünkü Aristo’nun görüşüne göre dönüşümün yolu sözel iletişimden geçer. Burada dikkat etmemiz gereken nokta, bu potansiyelin ortaya çıkması için uygun bir ortamın oluşması gerektiğidir. Sistemsel eşitsizliklerin, bilgiye ve hatta sorgulama “becerisi”ne erişimi de belli bir grubun tekeline bıraktığını söylemek yanlış olmayacaktır.7 Eğitimin eleştirel düşünceyi ne kadar teşvik ettiği, eğitime kimlerin erişiminin olduğu gibi sorular bizi insan olma potansiyelinin açığa çıkmasının önündeki engelleri sorgulamaya iter. Bu potansiyelin açığa çıkması için ifade özgürlüğünün önemli bir hak olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü ifade özgürlüğü farklı fikirlerin tartışılabileceği ve bu fikirlerin yeni fikirleri doğurabileceği, eleştirel düşüncenin şekillenebileceği zeminler yaratır. Ayrıca bu potansiyel anlatısını “Özgürleşme” bölümünde anlattığımız Marx’ın kendini gerçekleştirme olarak adlandırdığı konsepte benzetebileceğimizi düşündük. Kişilerin kimliklerinin, sınıflarının bilincine vararak kendi potansiyellerini gerçekleştirebilmeleri için de karşılaşma alanlarına yani tartışma zeminlerine ihtiyaçları oluyor. Günümüzde ifşa, yaşanan cinsel şiddetin ifadesi ile bu tartışma zeminini kamusal alanda yaratabilecek bir yöntem gibi görülüyor. Ancak ifşa süreçlerinde, tartışma ve olgulardan ziyade olguların ifade ediliş biçimi ya da fail için kamuoyundan sosyal dışlama talebi gibi tartışmalara daha çok odaklanıldığı için bu süreçler toplumsal dönüşümle sonuçlanmıyor. İfşa konusu olan olaylar toplumsal bir perspektiften ziyade kimin mağdur kimin suçlu olduğu üzerinden tartışıldığı için bireyler hem kendilerini hem de çevrelerini dönüştürme potansiyelini gerçekleştirememiş oluyor. Böylece hem bireysel hem de toplumsal bir özgürleşme pratiği oluşamıyor.

İfşanın yarattığı -ya da yaratmadığı- kamusal tartışma alanındaki ifade özgürlüğünün sınırlarının kimler tarafından belirlendiğine bakarsak devlet ve toplum, incelenmesi gereken iki yapı olarak karşımıza çıkıyor.

Devletler, oluşturulan yasaların -bir nevi toplumsal sözleşmeleringüvence altına alınması ve toplumsal organizasyonun yapılanması için işlevleniyor. Ancak bu noktada sadece yasalar bağlamında bile bakıldığında yasa yapıcıların kim olduğu, nasıl seçildiği, demokratik bir toplumsal yapının olup olmadığı gibi sorularla devletin “yasaları güvence altına alıcı” olmasının meşruiyeti tartışmalı hâle geliyor. Bu noktada toplumda eleştiri, sorgulama gibi pratiklerin ortaya çıkabilmesi için ifade özgürlüğü en önemli haklardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu hak, bireysel bir hak olarak kendi potansiyelimize ulaşmamızı sağlaması açısından çok önemliyken bir de üzerine toplumsal bir işlev ekleniyor: Yasaların, yasaların belirlenme şeklinin, toplumsal organizasyonun, iktidar pratiklerinin toplumsal ifadesi, sorgulanması, eleştirilmesi ifade özgürlüğü hakkını bir toplumsal dönüşüm aracına çeviriyor.

İkinci olarak, ifade özgürlüğünün sınırları toplumun belirlediği ahlaki normlara göre şekillenir. Yaşadığımız kapitalist sistemde ise bu ahlaki normlar, burjuva ahlakını temsil eder. Yasalar da bu doğrultuda, liberal değerlere göre şekillenir. Yasalar nezdinde eşitlik çok önemli bir kavram olsa da yukarıda bahsettiğimiz gibi sistemsel eşitsizlikler, toplumda ayrıcalıklı ve dezavantajlı gruplar yaratır. Dolayısıyla eşit yasalar, sistem içindeki dezavantajlı gruplar için özgürlük alanı yaratma konusunda yeterli değildir. İçinde yaşadığımız sistemin farklı açmazları vardır. Bu açmazlar sadece cinsiyet üzerinden değil; aynı zamanda sınıf, ırk gibi farklı kimlikler üzerinden de kurulur. Ayrımcılık yaratan bu etmenler, birbirleriyle ilişkilenerek ya da çatışarak sistem içinde var olurlar. Böylece çıkar çatışmaları ve ahlaki çatışmalar yaşanabilir. Örneğin Mine Şirin “Kadın Hareketinde İfşa Esas Mıdır?” başlıklı yazısında bir kadın polisin kendi aralarında siyasi bir tartışma yürüten gençlerden rahatsızlık duyduğu için bu gençleri, kendisini taciz ettiklerini söyleyerek şikâyet ettiğinden bahsediyor.8 Bu durumda mesleki konumunun avantajını orantısız bir şekilde kullanan ve gençlerin ifade özgürlüğünü tanımayan bir polis profili karşımıza çıkıyor. Mine Şirin ifşa ile ilgili yukarıda bahsettiğimiz burjuva ahlakı üzerinden şöyle bir tespitte bulunuyor: “İfşa burada, bir nevi ‘rezil etme’ gücünü kullanır. Oysa bu tam da sistemin orta sınıfı mahkûm ettiği gerilimdir.”9 Korunması gereken bir imaj ve çevrenin söz konusu olduğu bu gibi durumlarda, sosyal statü gibi sistem içinde önemsememiz ve korumamız gerektiği söylenen dinamikler, birincil mesele hâline geliyor. Asıl tartışılması gereken ataerkil pratikler ise sınıflı toplumun dayattığı ahlaki normların gerisinde kalıyor. İfşa da ahlaki normlar üzerinden bir söylem ürettiği için Mine Şirin’in bahsettiği orta sınıfı sıkıştıran gerilimden çıkılamıyor.

Bu örneği diğer bir boyutuyla tartışabilmek için “kadının beyanı esastır” ilkesini ele almak faydalı olacaktır. Bu ilkenin, cinsel taciz ve şiddet vakalarında kadının beyanını esas alarak ispat yükümlülüğünü avantajlı konumdaki erkeğe veren, bu beyan doğrultusunda soruşturmanın başlatılabilmesini ve ifadenin delil olarak kullanılabilmesini sağlayan önemli feminist ve hukuki bir ilke olduğunu söyleyebiliriz. Burada özellikle “esas” kelimesine vurgu yapmak ve bunun “kadının beyanı doğrudur” anlamına gelmediğini belirtmek gerekir. Çünkü bu ilke, bir sürecin başlangıcını ifade eder. Tarafların ifadelerine imkân tanıyarak sürecin doğru bir biçimde işletilebilmesini, olayın politik açıdan ele alınabilmesini sağlar. Örneğe dönecek olursak kadının beyanını esas yerine doğru kabul ettiğimizde toplumdaki iktidar ilişkilerini tek taraflı -sadece cinsiyet üzerinden- okuma tehlikesine düşebiliriz ve kadın polisi diğer koşulları göz ardı ederek haklı bulabiliriz.

İfşa Yöntemi

Bir yöntem olarak ifşanın, hukuk mücadelesinin sonuçsuz kaldığı noktada veya erkek egemen hukuk sisteminin tamamen dışında bir yöntem olarak tercih edilebildiğini ve çok çeşitli biçimlerde uygulanabildiğini görüyoruz. Bu yöntemle, ataerkil toplumun içinde oluşan eşitsizlikler ve güç ilişkileri, yine aynı topluma karşı afişe edilmiş oluyor. Bu noktada ifşanın, ataerkil güç ilişkilerine, baskıya ve şiddete karşı ses çıkarmayı ve özel sayılanı kamusal alanda tartışmaya açmayı içeren, dönüştürücü ve kadınları özgürleştirici feminist bir yöntem olduğu iddia edilir. Bu iddia, kadınların yaşadıklarına dair söylem üretebileceği alanlar oluşmasının kadınları özgürleştirdiği argümanı üzerine kurulur. Ancak negatif ve pozitif özgürlükler bağlamında baktığımızda sadece bu söylemle daraltılan bir ifşa, kadına özgürlük alanı yaratabilecek yasaların konulmasını sağlamaz ya da özgürlük alanını kısıtlayan ataerkil normların ortadan kalkmasına neden olmaz. İfşalarda failin dışlanmasına yönelik taleplerin daha görünür olduğunu görürüz. Bu da özgürleşme alanlarını açmaktan ziyade bu alanlardan faillerin dışlanmasına ve faillerin dışlandığı alanın kazanılmış, özgür bir alan olduğu illüzyonuna yol açar. Ancak bu illüzyon, aynı çevrede yeni bir ifşanın ortaya çıkmasıyla kırılır. Çünkü asıl problem tek tek failler değil, taciz kültürünün kendisidir. Dolayısıyla çözüm de bu faillerin dışlanması değil sistemsel bir değişimin hedeflenmesidir. İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirdiğimizdeyse faile cevap hakkı tanınmaması, kadın beyanının direkt doğru olarak kabul edilip yönteme ya da ifşa metnine gelen herhangi bir sorgulamanın mağdur suçlayıcılık olarak lanse edilmesi; olayın toplumsal bir sorgulamaya tabi tutulmasını ve toplumun dönüşmesini engeller. Ayrıca özgürleştirici bir yöntem olarak sunulan ifşanın, Mine Şirin’in de dediği gibi toplumun orta sınıfa dayattığı ahlaki normları kullanması yine normlara sıkışan ve bu normları yıkmayı hedeflemeyen bir pratik yaratır. Bu yüzden ifşayı, özgürleştiren bir yöntem olarak adlandırmaktansa sistem içinde yer yer tercih edilebilecek stratejik bir yöntem olarak adlandırmayı daha doğru buluyoruz. İlerleyen bölümlerde ifşanın özgürlük bağlamında yarattığı toplumsal ve hukuki açmazları derinleştirmeye çalışacağız.

Günümüzde ifşanın yarattığı kültürün toplumsal sonuçlarından birinin yukarıda bahsettiğimiz gibi ifade özgürlüğünün hasar görmesi olduğunu söyleyebiliriz. İfşanın cinsel şiddet ve taciz karşısında temel bir yöntem olarak gittikçe daha fazla kullanıldığını gözlemlemek mümkün.

Bu süreçlerde olaylar bireyselleştirilebiliyor, vakaların politik yanı göz ardı edilebiliyor veya bu analizlerin yapılabilmesi için uygun bir tartışma zemini kurulamayabiliyor. Bunun yanında, bir mücadele yönteminin, sürekli karşılaştığımız ataerkil pratikleri, baskıyı, şiddeti ve tacizi topluma afişe ederek bir süreç işletmesi, münferit olmadığını bildiğimiz bu olayların ardındaki sistemi görünür kılması ve toplumsal bir dönüşümü hedeflemesi gerekir. Ancak bir mücadele yöntemi olarak ifşanın amacı muğlaklaştığında ve olaylar bireyselleştiğinde aksi yönde etki yaratan bir kültür oluşturduğu söylenebilir. Yaratılan bu kültürde, ifşaların amacının büyük oranda sosyal dışlama olarak karşımıza çıktığını, hukuki süreçlerin ve yasal kazanımların fazlaca göz ardı edilebildiğini, ifşaların çoğunlukla bir sürecin başlangıcı değil sonucu olarak öne çıktığını görebiliriz. Bu durumda ifade özgürlüğünün önü kesiliyor ve bireylerin cezalandırılması motivasyonu fazlaca öne çıkıyor. Bu nedenle toplumu dönüştürücü işlevin ve kişinin çevresini dönüştürme kapasitesinin farkına varmasının geri planda kaldığını ve tartışma zemininin ortadan kalktığını değerlendirmek mümkün. Burada ifade özgürlüğünün hasar görmesi derken hem ifşa edilen olaylara dahil olan kişilere ifade hakkının tanınmaması hem de süreçlerin tartışmaya açık kurulmaması sebebiyle dinleyici pozisyondaki kişilerin de düşüncelerini rahatlıkla dile getirememesi, yeni tartışmalar açma, eleştirel düşünme ve dönüştürme fırsatını bulamamalarını kastediyoruz. Bu şekilde ifşanın dinleyicisi olan kamu, pasif bir pozisyonda konumlandırılmış oluyor.

İfşanın talebinin sosyal dışlama olup olmamasından bağımsız olarak kamuoyu nezdinde faillikle suçlanan kişiye yönelik olarak sosyal dışlama talebi oluşur ve bunun süresi genellikle belirsizdir. İfşanın beraberinde getirdiği bu cezalandırıcı pratik de kolayca iptal kültürüne ve bir korku iklimine zemin hazırlar. Olayların ve cezalandırma yöntemlerinin bireylere indirgendiği durumlarda sistemle mücadele açısından da direniş potansiyelimizin kırıldığını, gerekli sistemsel analizlerin eksik kaldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla sorgulayamadığımız, kendimizi gerçekleştiremediğimiz, ifade özgürlüğüne sınır getirdiğimiz bu kültürde özgürleşemediğimizi ve özgürleştiremediğimizi düşünüyoruz.

Sonuç Yerine – Ne Yapmalı?

İfşa, içinde bulunduğumuz sistemde zaman zaman stratejik olarak kullanılabilecek bir yöntem olsa da bu yöntemin özgürleştirici olduğunu söylemek için içine düştüğü özgürlük kısıtlayan çelişkilerin tartışılması ve değerlendirilerek değiştirilmesi gerekir. İfşanın yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı ifade özgürlüğünü kısıtladığını düşünüyoruz. Böyle bir noktada cezai bir yaklaşım ön plana çıkıyor. Yasaklayıcı, cezalandırıcı bir ortamda ayrımcılığın, güç dengesizliğinin, imtiyazların tartışılması yerine kısıtlanması; onları yok etmeyecek sadece sınırlandıracaktır. Bu yanıyla tartışılamayan, sorgulanamayan, eleştirel bakılamayan ortamlar kurulması toplumsal ve bireysel dönüşüm önünde engel teşkil ediyor. Mücadele yönteminin kendisinin tartışma zeminini kuracak ve ifade özgürlüğüne izin verecek şekilde oluşturulması kritik önem taşıyor. Özgürleştirici bir pratiğin ancak bu şekilde kurulabileceğini düşünüyoruz. Kendimizi mücadele içinde aktif kılarak düşünme pratiklerimize de eleştirel yaklaşabilmek ve bunu eylemlerimize yansıtmak tek çıkar yol gibi görünüyor.

*Bu ödev, Güz 2021 döneminde Boğaziçi Üniversitesi’nde Yıldız Silier tarafından açılan PHIL453 (Freedom) dersi için hazırlanmıştır. Yayına hazırlanırken düzenlenmiştir.
2. David Miller, Liberty Reader, New York: Routledge, 2017, s. 1.
3. Isaiah Berlin, Two Concepts of Liberty, Oxford: Oxford University Press, 1969.
4. A.g.e.
5. Erich Fromm, Marx’s Concept of Man, New York: Frederick Ungar Publishing, 1961.
6. Ayşen Candaş, “Muhalefet ve Demokrasi: Hem Politik Hem de Liberal Bir Hak Olarak Düşünce ve İfade Özgürlüğü”, Türkiye’de İfade Özgürlüğü, İstanbul: bgst Yayınları, 2009, s. 83.
7. Josephine Donovan, “Feminizm ve Marksizm”, Feminist Teori, Meltem Ağduk, Aksu Bora ve Fevziye Sayılan (çev.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2020.
8. Mine Şirin, “Kadın Hareketinde İfşa Esas Mıdır?”, 15 Aralık 2012, 27 Ocak 2022 tarihinde erişilmiştir. <https://m.bianet.org/bianet/kadin/142801-kadin- hareketinde-ifsa-esas-midir>
9. A.g.e.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir